Aren Karaelmas
Tarih, yüzyıllardır egemen sınıfların sömürüsünü meşrulaştırma aracı olarak kullanılmıştır. Bundan dolayı uzun yıllardır iktidarın belirlediği olaylar anlatıla gelmiştir. Sömürücü sınıf kendi sınıfının iktidarını sağlamlaştıracak olayları toplumun genelini kapsayacak şekilde anlattırmıştır.
Olaylar bizden bağımsız yaşanmaktadır. Yaşanan olayların bizim süreçlerimizi etkilemesi ise tarihçi aracılığıyla olmaktadır. İşte burada tarihçinin temsil ettiği sınıfın niteliği ön plana çıkar. Eğer tarihi yazan kişi sömürücü sınıfları temsil ediyorsa haliyle bu sınıfın çıkarlarına uygun bir tarih yazacaktır. Ancak tarihçi, işçi sınıfıyla organik bağlantı içerisindeyse yazacağı ve tarihselleştireceği olaylar ezilen sınıfın kendi tarihi olacaktır. Kısacası temel sorun anlatılanın bizim hikayemiz olup olmamasıdır.
Tarih, kolektif bir bellektir,insanların kendi toplumsal kimlik kavramlarını ve geleceğe ilişkin beklentilerini oluşturmalarını sağlayan deneyimlerin toplamıdır (Tosh 2013,1). Sömürücü sınıflar bu kolektif belleğe hakim olmak, tarihi ideolojik aygıtlarından biri haline getirmek için çabalamışlardır. Tarihin bilimsel kimlik kazanması da bu süreç içerisinde gerçekleşmiştir.
Bir bilim olarak tarih 19.yüzyılda Almanya’da doğmuştur. Tarih biliminin kurucu babaları Leopold von Ranke ve Klasik Alman Tarih okuluna mensup tarihçiler, bilimselliğin arkasına putlar yerleştirerek tarihi egemen sınıfların hizmetine vermiştir. Bu putlar;
Rankeciler için en temel mevzu olayları olduğu gibi anlatabilmekti. Ondan dolayı en güvendikleri kaynak olarak devletin kurumlarında oluşan resmi belgeleri kaynak olarak kullanıyorlardı. Fakat bu durumun başka bir nedeni daha vardı bu da Klasik Alman Tarih Okulu mensuplarının devlet kademeleriyle ve egemen sınıflarla organik bağı olmasıydı. Unutulmamalıdır bahsettiğimiz dönemde pek çok üniversite hocası egemen sınıflar ile bağlantılıydı, çünkü üniversitede hoca olmak devletin kontrolündeydi.
Modern anlamda tarihçi yukarıda saydığım putlarla hareket etmeye çalışırsa “iki görevi birden vardır: Az sayıdaki anlamlı olguları bularak onları tarihin olgularına dönüştürmek ve pek çok olguları tarih değildir diye bir kenara bırakmak (Carr 2015,6). Burada kolektif bellek bize be kadar tehlikeli olduğunu ifşa eder çünkü eğitim hayatımıza başladığımız andan itibaren bize anlatılan tarih birilerinin (resmi tarihin kurucuları istinasız egemen sınıflar ile organik bağı olanlardır) süzgecinden geçerek tarihselleşmesine karar verilmiş olaylardır. Yani anlatılmak istenen olayın kendisi değil, olayın içerisinden egemen sınıflara bağlılığımızı sürdürebileceğimiz düşünceler bulmamızdır. Resmi tarih dediğimiz şey tam olarak bu bağlılığı sağalmak için kullanılmış, burjuva devrimleri sürecinde, merkezi imparatorluklardan dağılan toplumlar resmi tarih yazımının kolektif bilinci ile toparlanma aşamasına girmiştir.
“Tarih, insanlar zamanın geçişini- mevsimlerin döngüsü, insanın ömrü gibi – doğal süreçlerin terimleriyle değil de, insanın bilinçli olarak içine karıştığı ve bilinçli olarak içine karıştığı ve bilinçli olarak etkileyebildiği belli olay dizilerinin terimleriyle düşünmeye başladığı zaman başlar” (Carr,2016: 198). Ancak tarih yazımı ve tarihsel anlatı bundan uzaktır. Özellikle Ranke ekolüne mensup tarihçiler devlet merkezli yazdıkları tarih ile toplumu oluşturan insanların süreçler içerisine dahil edilmesini engellemektedir.
Burada suçlanacak birisi varsa o da tarihçidir. Çünkü tarihi yazan odur her ne kadar tarihi yapan toplumlar ve bu toplumlar içinde yaşayan emekçi halk olsa da tarihçinin anlattığı özellikle “bilimsel anlamda yazılan ilk kitaplar” tarihsel olanın toplumlar değil fetişleştirdikleri “büyük adamlar” olduğu görülmektedir.
Tarih biliminin başka sorunu da resmi belge fetişizmidir. Bunun nedeni tarihçilerin adeta resmi belge olmadan yazamayacakları belgeleri üreten kişilerin sınıfsal kimliğidir. Burada egemen sınıflara mensup tarihçiler ile devletin memurları iş birliği içerisinde hareket etmişlerdir. Belgeyi üreten kişiler iktidarda olanın çıkarlarına karşı hiçbir olayı nesnel şekilde kaydetmemektedirler. Tarihçi de bundan ötürü nesnelliğini kaybetmekte, kendi paradigmasıyla çelişmektedir.
Son olarak tarih dönüştürücü bir işleve sahip olmalıdır. Toplumlar ilerlemeyi geçmişleri üzerinden kurmaktadır. Tarih eğer durağan olarak ve “mutlaklara” bağlı kalınarak anlatılmaya çalışılırsa toplumun ilerlemesi kesintiye uğrayabilir. Buna örnek olarak “Türk” toplum yapısının doğrudan demokrasiye elverişli olmadığını ondan dolayı belirli bir zümrenin hakim gücüne ihtiyaç olduğu düşüncesin yayılması sonucu ülkede gericilik artmış ve aydınlanma mücadelesi sekteye uğramıştır.
Sonuç olarak bakıldığı zaman tarihin işlevi toplumu anlatmaktan öte toplumun geçirdiği süreçleri açıklayarak toplumu açıklamak olmalıdır. Tarih eğer salt bir anlatı olarak kalırsa ve işlevsiz hale gelirse toplum içinde iktidarın mutlaklık olgusu yerleşebilmektedir. Toplumlar iktidarların veya sömürücü sınıflara karşı verilen mücadelenin dönüştürücü gücüne inanılırsa devrimsel süreçlerin açılması kolaylaşır ve egemen sınıflara karşı verilen mücadele yükseltilebilir.
Kaynakça
CARR,Edward Hallet, Tarih Nedir,çev.Misket Gizem Gürtürk,İletişim Yayınları,İstanbul,2016
TOSH,John, Tarihin Peşinde, çev. Özden Arıkan, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul,2013
Bu haber en son değiştirildi 19 Şubat 2020 18:16 18:16
İçişleri Bakanlığı'ndan yapılan açıklamaya göre Tunceli Belediye Başkanı Cevdet Konak ve Ovacık Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül…
Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov, Rusya'nın nükleer olmayan hipersonik ekipmanlarla donatılmış bir balistik füzeyi fırlatarak, Batı'ya…
Beyaz Saray Basın Sözcüsü Jean-Pierre yaptığı açıklamada ne ABD'nin ne de Ukrayna'nın bölgedeki gerilimi arttırmada…
Eski CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın şikâyetiyle 11 yıl 8 ay hapis…
11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün eski basın danışmanı Ahmet Sever, Mustafa Varank’ın açtığı 'Ak trol' davasından…
"Halkı yanıltıcı bilgiyi alenen yayma" suçlamasıyla hakkında soruşturma başlatılan gazeteci Fatih Altaylı, "Olağan ve alışık…