Bir Tıp öğrencisinin gözünden: Sağlıksız sağlık sektörü
Mecbur olduğumuz hayatları elimizdekilerle var olma çabası vererek nasılını nedenini sorgulamadan yaşıyoruz. Oysa etrafımıza bakıp temeli sarsılmış tuğlaları eksilmiş bu düzeni yıkmak ve sıfırdan en doğru şekilde birleştirmek bizim elimizde.
Sağlıkta eşitsizlik, sosyal, politik ve ekonomik yönü ağırlıklı olan, bireysel değil, toplumsal olarak ele alınması gereken farklılıklardır.
Bu eşitsizliği oluşturan farklılıklardan en göz önünde olanlardan birkaçını sosyal adaletsizlik, eğitim ve gelir farkı olarak sıralayabiliriz. Dönem dönem Türkiye’de de sağlıkta reform arayışlarına gidilmiş, bu reformların temel amaçları tıbbi alanda hızla artan harcamaları azaltmak, verimliliği arttırmak olmuş; fakat asıl amaç olması gereken sağlık hizmetlerinin bir kamu hizmeti ve kamu hakkına dönüştürme gereksinimi geri planda bırakılmıştır.
1990’lı yıllarda Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ), herkes için sağlık Avrupa stratejisinin ilk amacını 2000 yılına kadar ülkeler ve ülke içindeki sosyal grupların sağlık hizmetlerindeki eşitsizliğini %25 oranında azaltmak olduğunu belirtmiştir.
Eşitsizlik olgusunu somutlaştıran yüksek hastalık hızı, tedaviye ulaşamama sonucu ölüm, sosyoekonomik düzeyi düşük gruplarda daha sık görülen hastalıklar, nüfus grupları arası, sağlık durumları arası farklar gibi örneklerdir.
Toplumların sağlığını geliştiren ya da kötüleştiren bu faktörler sağlıkta eşitsizliği de oluşturan kavramlardır. Bu kavramlar toplumun sağlık davranışlarını, hastalığa yakalanma, yatkınlık durumlarını da etkilemektedir.
Üzerinde durulması gereken en can alıcı konu gelir dağılımı ve sosyoekonomik durumdur. Türkiye’de gelir düzeyi en yüksek %20’lik kesimin geliri, en düşük %20’lik kesimin yaklaşık 8 katı gelire sahiptir. Sosyoekonomik düzeyi düşük kesim için konuşacak olursak, sağlıkta en önemli konulardan biri olan beslenme ihtiyaçlarını kalitesi düşük, yeterli protein, vitamin ve minerallerden yoksun besinlerle sadece günü kurtarma amaçlı sağladıkları gerçeğiyle yüzleşeceğiz. Bu durum sosyoekonomik düzeyi düşük olan bu kesimi hastalıklara karşı savunmasız kıldığı gibi sağlık hizmetlerine ulaşımları ayrı bir tartışma konusudur.
Sağlık açısından önemli olan bir diğer faktör istihdamdır. Kayıt dışı çalışmanın yaygın çalışma şekli olduğu da değerlendirildiğinde sağlık hizmetlerine erişim daha da güç hale gelmektedir. Cinsiyet ise ülkemizde sadece sağlık hizmetlerine ulaşım açısından değil, bilindiği gibi pek çok alanda eşitsizliği oluşturan temel kavramlardan biridir.
Bir çok toplumda olduğu gibi ülkemizde de kadınlar kaynaklara ulaşımda ayrımcı uygulamalarla karşılaşmaktadır. Kadın cinayetleri, kadına şiddet, taciz, tecavüz vakaları sağlık açısından yaşadıkları dezavantajlar, eğitimsizlik, statü farkı ve gelir farkı gibi durumlarla ilişkilidir.
Tüm bu sorunların temelinde gelir dağılımındaki eşitsizlik yatmaktadır. Ülke kaynaklarının kapitalizmde küçük bir azınlığın kontrolünde olması, yine bu kaynaklara ulaşımın çoğu zaman yüksek ücretler gerektirmesi emekçilerin yeterli derecede ulaşamaması, sağlık sorunlarına ve mutsuz bir toplumsal yapıya neden olmaktadır.
Buna küçük bir örnek vermek gerekirse asgari ücretli bir babanın çocuğuna sunulan yetersiz eğitim, beslenme ve barınma şartları karşısında çocuk hasta olduğunda; yine sağlık hizmetlerinde de yetersizlikle karşılaşacağı aşikar.
Toplumdaki gelir adaletsizliği, devlet tarafından desteklenmeyen ve temel hizmetlerin bir kesime hitap etmesi aradaki uçurumun derinleşmesine neden olmaktadır. Eşitsizliğin kanıksanmasına aracılık eden en büyük güçlerden biri ise medya. Medyanın yaydığı ideolojik hegemonya kitleleri hak arayışından alıkoymaktadır.
Sağlıkta eşitsizliğin aşılması demek bunu oluşturan tüm etmenlerin kökünden değişimini gerektirir. Yaşam şartlarından, çalışma şartlarına pek çok dönüşümü kapsar.
Bu olgular bize şunu söylüyor; sadece sağlık sistemi değil, eşit hizmet almak için kapitalizmin bize dayattığı sömürü koşullarının tamamen ortadan kaldırılması, ekonomik gücü elinde bulunduran ve azınlığı oluşturan sermaye sınıfının hegemonyasından emekçilerin kurtulması gerekmektedir.
Ele almamız gereken bir diğer konu sağlık çalışanları içerisinde kadın erkek eşitsizliği, cinsiyetçi hiyerarşi ve cinsiyetçi ayrımcılıktır. Aile içindeki kadın erkek rollerinin çocukluktan itibaren pekiştirilmesinden, kız çocuklarının eğitim alanındaki dezavantajları, kültür, din ve iktidarın yönelimleri de eklendiğinde; sağlık alanında çalışan kadın sayısı fazla olmakla beraber cinsiyetçi hiyerarşik bir yaklaşım olduğu görülmektedir. Yasal olarak ücret eşitliği öngörülmüş olmasına rağmen kadınların aynı işi yaptıkları erkeklere oranla aldıkları ücretler düşüktür. Ve elbette kadınların yaşadığı önemli problemlerden biri taciz olmaktadır.
Son günlerde sağlık sisteminde sıkça gündeme gelen bir diğer başlık ise aşı karşıtlığı, tedavi reddi yani diğer adıyla gericilik. Aşı programları aşı ile önlenebilir bulaşıcı hastalıkları engellemeyi, dolayısıyla bu hastalıkların neden olduğu ölümleri ya da kalıcı sekelleri önlemeyi amaçlar. Aşılanma ile bireysel bağışıklık sağlanır ve bu şekilde toplumsal salgınlar önlenir, yani toplumsal bağışıklık da sağlanmış olur. Toplumda aşılı birey sayısı arttıkça aşısız bireylerin hastalık etkeniyle teması da azaltılmış olur, hastalığın görülme sıklığı da azalır.
Ülkemizde son 8 yıldır aşı karşıtı hareket başlamıştır. Önceleri çok az sayıda olan aşı reddi vakaları 2015’te aşı karşıtı bir ailenin açtığı davayı aile lehine sonuçlandıran mahkeme kararıyla, çocukların aşılanması ailelerin iznine tabi kılınmış ve aşı reddi sayısında ciddi artışlar gözlenmiştir.
Aşı karşıtı propagandanın başlıca argümanları, aşıların içeriğinde ki kimyasalların (civa gibi) insan sağlığına zararlı olduğu, aşı üreten firmaların para kaygısı, doğal beslenme ile salgın hastalıklara karşı bağışıklık kazanılabileceği savlarıdır.
Aşı ile önlenebilir hastalıklar yerine, aşının neden olduğu hastalıklar gibi hiçbir bilimsel dayanağı olmayan söylemler medya yoluyla daha fazla taraftar toplamakta ve tüm toplumu tehlikeye atan sonuçlar ortaya çıkarmaktadır.
Sağlık personeline uygulanan şiddet ise yine sağlık alanının kanayan bir yarasıdır.
Son zamanlarda medyada sıkça gördüğümüz sağlık personeline şiddetin boyutu gün geçtikçe artmaktadır. Alt yapı, donanım eksikliği, personel yetersizliği, kötü işletmecilikten kaynaklı beklemeler, uzayan kuyruklar, geciken randevular, boş yatak yoksunluğu, hasta için asgari konfor ve güvenliğin sağlanmaması, liyakatsızlık hastayı şiddete yönlendiren sebeplerden sayılabilir ve bu liste uzatılabilir. Bunun dışında yine medya tarafından sağlıkta sorunların hekime ve sağlık çalışanına mal edilmesi ekstra sebep sayılabilir.
Tüm bu sorunlar için şiddetin her türlüsüne prim vermeyen bir ahlaki ve hukuki sistem benimsenip yaygınlaştırılmalı, medya şiddeti teşvik etmemeli ve bu tutumdan vazgeçilmelidir. Personelinin yeterli sayıda olduğu, donanım eksikliğinin yaşanmadığı, uzun çalışma saatlerinin engellendiği, koşulların sağlıklı hale getirildiği hastaneler kamu eliyle var edilmek zorundadır.
Sonuç olarak, tüm bu bahsettiğimiz sorunlar sistemin bizi ayırdığı zengin-fakir kimliğinden ve bu kimliğin bize getirip bizden götürdüklerinden kaynaklanıyor. Mecbur olduğumuz hayatları elimizdekilerle var olma çabası vererek nasılını nedenini sorgulamadan yaşıyoruz. Oysa etrafımıza bakıp temeli sarsılmış tuğlaları eksilmiş bu düzeni yıkmak ve sıfırdan en doğru şekilde birleştirmek bizim elimizde.
“Her sabah nereye gittiğini bilmeden bir işe giden, her akşam nereden çıktığını bilimden bir işten çıkan, sevmediği hayatı yaşayan, sevmediği işi yapan, sevmediği kişilerle yaşayan, kalabalıklar yüzünden yaşamaya karşı, ne bir sevgi ne de bir sevgisizlik işareti olmadan gelip geçen, her akşam dört duvar arasına sanki bir mezarmış gibi giren, geceleri bir sıkıntı yorganının altında yalnız ya da yabancı gövdeyle geçiren, bütün ölü kentlerin, ölü doğmuş çocukları! Size bu ölü yaşamı hazırlayan Burjuvazidir ve bu acımasız oyunun varlığı siz izin verdiğiniz sürece sürecektir” diyor Gorki.