Geleceksizlik kimin sorunu?
Sonsuz görünen bir sömürü çarkının içinde nefes almayı yaşamak zannediyoruz. Fakat göründüğü üzere, bunun bile hayalini kuramayan bir sürü gençle aynı sınıftayız.
Güneş Doğan
İçinde yaşadığımız sistemin bizlere bir gelecek sunmadığını her fırsatta belirtiyoruz. Aslında bu problem, yalnızca sosyalistlerin dile getirdiği veya üstünde durduğu bir gerçeklik de değil. Özellikle lise sıralarından başlayarak gençliği saran umutsuzluk, her fırsatta kendisini yeniliyor ve geleceğe dair en ufak planın önüne kocaman bir kaygı duvarı çekiyor. En son ne zaman kendisinden emin bir şekilde hayallerini anlatan bir gence rastladığınızı düşünün. Aklınıza biri geldi mi? Eğer geldiyse, o gencin önüne sunulan imkanları da şöyle bir değerlendirin. Muhtemelen refah seviyesi yüksek bir ailenin çocuğu, fakat o bile bir belirsizlikten ve kaçıp gitme isteğinden bahsediyor. Kendisini yakın bir gelecek içinde sevdiği ve yapmak istediği mesleği yaparken görebilen genç sayısı gün geçtikçe azalıyor.
Tarihe ve siyasete bakışımız
Tam bu noktada düşülen bir hataya değinmeden geçmek, yazının belli ölçülerde eksik kalmasına sebep olacak. Günlük hayatımıza sirayet eden problemlerin genel olarak, bir dönemin iktidarına veya birkaç hükümete atfedilmesi; bizi bu sorunları çözmekten ancak uzaklaştırıyor. Her şeyin gerçekten de güzel olabileceği günleri ötelemekten, bu “ihtimali” her seferinde bir sonraki seçim sandığına hapsetmekten başka bir yere çıkmıyor. Gelecek kaygısı da tam olarak böyle bir konu. Birbirinin alternatifi olmaktan öte siyaset üretemeyen, kendisini muhalif olarak göstermesine rağmen iktidarın ekseninden çıkamayan bir sürü parti ve onların temsilcileri de bugün geleceksizlik probleminden bahsediyor. Bahsediyor derken, hepsi de kendilerine atılan oyların bu problemi çözeceğini söylüyor. Fakat bu, içinde yaşadığımız sistemin doğasına bakınca mümkün değil. Çünkü hepsi; gençliği geleceksizliğe hapseden sermaye sınıfını temsil ediyor ve bu sınıfın gayesi, bizleri başka bir yaşamın mümkün olmadığına inandırmak.
Oysaki bu meseleye, materyalist tarih anlayışıyla baktığımızda, her ne kadar durmuş gibi gösterilmeye çalışılsa da ilerleyen bir mekanizmanın parçaları olduğumuzu görebiliyoruz. Bu mekanizmanın çarkları işçi sınıfı sayesinde; fakat imtiyazlı sınıf adına dönüyor ve bu sistem devam ettiği sürece de böyle olmaya devam edecek. Peki neden sistemin içinde bir kurtuluş mümkün değil?
Burjuva devrimleri tarihsel olarak ilerici olmalarına rağmen, temsil ettikleri sınıf iktidara geldiği an itibariyle gericileşmeye mahkumdur. Bunun en temel sebeplerinden biri, imtiyazlı azınlığın kalan herkes üzerinde bir tahakkümü olmadan, imtiyazlarını sürdüremeyecek olmalarıdır. Yani sadece, sermayenin ihtiyaçlarına cevap üretmek için politikalar geliştiren bir sürü partiye, demokrasi getirecek diye oy atmak, bir parçası olmadığımız sermayenin ihtiyaçları için yaşamak anlamına geliyor. Çünkü hiçbirinin de içinde yaşadığımız sömürü düzenine bir itirazı yok. Yalnızca sisteme dair tepkilerimizi çözebileceklerine dair birer yanılgıdan ibaretler. Doğalında gerici bir pozisyon alacak sınıftan ilericilik beklemenin çıktısı ise bir sürü ömrün bir hiçi beklerken heba olmasından başka bir şey değil.
Ömürler nasıl heba oluyor ve biz hangi sınıfın parçasıyız?
Az önce, lise sıralarında başlayan umutsuzluktan bahsetmiştik. Bunun sebebi aslında, yukarıda belirttiğimiz gibi, bir parçası olmadığımız sınıfın istekleri ve yönelimleri tarafından belirlenmiş bir hayatı yaşamamız. Önümüze gelecek diye sunulan şey ise, eğer biraz şanslıysak, evimizin kirasını ve faturalarını ödeyebileceğimiz bir maaşla çalışabilmekten başka bir şey değil. Sabahın köründe evden çıkıp akşamın bir saati eve gelerek geçen aylardan sonra tatile gidebiliyorsak, kendimizi şanslı sayıyoruz. Sonsuz görünen bir sömürü çarkının içinde nefes almayı yaşamak zannediyoruz. Fakat göründüğü üzere, bunun bile hayalini kuramayan bir sürü gençle aynı sınıftayız.
Ailesine bakacak tek kişi olduğu için “Ben de top oynamak istiyorum, ben de akşama kadar gezmek istiyorum. Çocukluğumu yaşadım mı? 7 yaşındayken de çalışıyordum 14 yaşındayım yine çalışıyorum” diyen Mesut’a, Taksim’de mendil satarken “Çok yoruldum, okula gitmek istiyorum” diyen Ekrem’e, para derdiyle taşımacılık yaparken hayalleri sorulduğunda “Hiçbir hayalim yok” diyen Yakup’a bir hayal, bir hayat, bir çocukluk borcumuz yok mu? Bugün bu gençlere ve on binlercesine bu sözleri söyletebilen çarklar, bizim için mi dönüyor?
Biz bu düzeni nasıl değiştirebiliriz?
Bugün eğer bir lisede örgün olarak eğitimimize devam edebiliyor, bir üniversitede okuyabiliyorsak; bizlerin oralarda okuyabilmesini sağlayan emekçi sınıf sayesindedir. Okumuş insan emekçi halkına, sınıfına karşı sorumludur şiarıyla hareket edeceğiz ve yaşadığımız toplumu kaderine mahkûm edenlerin bir parçası olmayacağız. Bu ancak, bizlere fatura ödemek dışında bir yaşam sunmayan örgütlü sermaye sınıfına karşı örgütlenmekle mümkün. Bizlerin hayal kurmasına bile engel olan bu imtiyazlı sınıfın çıkarına değil, kendi sınıf kardeşlerimizin çıkarına yaşayarak mümkün. Bizleri başka bir ihtimalin mümkün olmadığına inandıranlara, gelecek umutlarımızı sandıklara mahkûm edenlere boyun eğmeyerek mümkün. Bu düzen değişecek, bizler de bunun bir parçası olacağız. Fakat bu, mücadeleyle mümkün.