Sıkılmadık mı?
Her gün onlarca can alan, dünyayı esir altına alan, sıradan emekçiyi vatandaşı "yaşamla geçim derdi arasına sıkıştıran" salgına karşı çarpıtma ve gizlilik ilkesini devreye sokanlardan sıkılmadık mı?
Salgının dalga dalga yayıldığı günlerden geçiyoruz. Bir yandan kriz ve salgın, diğer yandan “anlık olarak” alınan kararlar yaşantımızı belirsizliğe doğru sürüklemiş durumda. Düne kadar milyonlarca emekçinin yaşantısı ev ve işyeri arasında “yaşam mücadelesine” sıkışıp kalmıştı, şimdi bir de buna “hayatta kalma” mücadelesi eklendi.
Bütün bu gelgitler, zorluklar ve sıkışmışlıklar içinde kendini ifade etmekte zorlanan, yolunu ve yönünü sezgileriyle bulmaya çalışan bir arayış var. Filizlenmeyi bekleyen her düşüncede olduğu gibi bu arayışın da “artık yeter” dediği bir nokta var. Dolayısıyla insani gelişmenin değil, belirsizliğin ve yönsüzlüğün hakim olduğu emekçiler için, aslında yönü, yordamı ve eğilimleri belli olan düzenin sahipleri için öyle olmasa da, “sıkılmadık mı?” sorusunu sormanın zamanı gelmiş durumda.
Peki, neler için “sıkılmadık mı” sorusunu sormak lazım?
Liste geniş ama birkaçını biz açalım.
Her gün onlarca can alan, dünyayı esir altına alan, sıradan emekçiyi vatandaşı “yaşamla geçim derdi arasına sıkıştıran” salgına karşı çarpıtma ve gizlilik ilkesini devreye sokanlardan sıkılmadık mı?
Salgın koşullarında olağanüstü önlemlerin alınması gerekirken, emekçileri kaderiyle baş başa bırakan, toplumun çıkarlarını bir avuç sermayedarın çıkarı olarak gören anlayıştan sıkılmadık mı?
İnsanlığı esir altına alan, pamuk ipliğine bağlı kapitalizmin çatısını “çatır çatır” çatlatan, gerçekleri eğip büken, çıkarlarıyla uyuşmanı “düşmanı belleyen”, saldırgan politikalarını meşrulaştırmaya çalışan emperyalistlerden sıkılmadık mı?
Hastalığı ve tedavileri komplo teorileriyle açıklayan, bilimsel yöntemi algılamaktan uzak, insanların önyargılarına seslenen bakış açısından sıkılmadık mı?
Kürsüde ve ekranlarda gürleyip esen, her lafının başına “yerli ve milli” ekini yapmazsa ölecek hastalığına yakalananların kendi çıkarları uğruna emekçilerin değerlerini emperyalist tekellere peşkeş çekmesinden sıkılmadık mı?
İnsanlığı felakete sürükleyen, bir tarafta bir avuç zenginle diğer tarafta milyarlarca emekçiyi yaratan, “az kamu çıkarı çok özel çıkar” diyen düzenin en has savunucularının konu kriz olunca “yetiş ya devlet” diyerek bedeli emekçilerin üzerine yıkmasından sıkılmadık mı?
Siyaseti hokkabazlığa, “düşmanının eskisine”, ilkesizlik birlikteliklere, kapalı kapılar ardında yapılan pazarlıklara indirgeyen, “ya ben ya hiç” diyen rüzgar güllerinden, “eşitlik” ve “adalet” sözcüklerini usanmadan telaffuz edip, iş icraate geldiğinde “basireti bağlananlardan” sıkılmadık mı?
Toplumun çelişkilerini anlattığını iddia eden, tarihsel gerçekleri karikatür ikiliklerde arayan, düşünce fakiri olup kültürel çatışma dışında başka bir kuş tanımayan, başka bir hikaye anlattığını düşünen ezberci sosyolog artıklarından sıkılmadık mı?
Umutsuzluğun esiri olmuş, boşvermişliğin sınırında dolaşan, “hayal kırıklığına uğramış bir idealistin ölüm beyanı” olan alaycılığından, “bu memleketten/insanlıktan/dünyadan bir şey olmazcı” serzenişlerden sıkılmadık mı?
Topluluklar karşısında en radikal söylemi tutturup, söz konusu masaya geldiğinde “boynu bükük küheylan” havasında takılan, işçi sınıfının çıkarlarını kendi çıkarları olarak gören “temsilci sendikacılardan” sıkılmadık mı?
Her yerde bas bas bağırıp “emekçilerin çıkarını savunduğunu” iddia edip, “bir koltuk uğruna ne güneşler batıyor” dedirten, mücadele içinde yaratılan değerlerin mirasını uyduruk genel kurullarda heba edenlerden sıkılmadık mı?
İnsanca bir yaşamı değil, günü kurtarmayı hedefleyenlerden sıkılmadık mı?
En sonunda ise şu soruyu sormak gerekiyor; bu düzenden sıkılmadık mı?
Evet sıkıldık, hem de fazlasıyla… Ancak sıkılmanın da sonuçlarının iki türlü yola sahip olduğunun farkındayız. Birinci yol, bizi vazgeçmenin, alaycılığın konforlu nihilizmine, bir felsefi yorum olarak nihilizmden farklı bir noktaya çıkarır. O yolun sonunda “sıkıldığımız” şeylerden birine dönüşmek olduğu için kendi içinde kısır bir döngü yaratmaktadır.
İkinci yol da ise sıkıldığımız şeylere karşı yorulmadan, eğilmeden, bükülmeden mücadele etme arzusu, değiştirme iradesinin verdiği güven vardır. Ancak ikinci yolun açılabilmesi için her zaman kimin çıkarını savunduğumuzu, kime dayanmak zorunda olduğumuzu olmadan hareket etmek zorundayız. Aksi takdirde, ilk yolun çıktığı yere çıkarız ki; bu kısır döngü sürüp gider.
İkinci yolu açmak için o zaman şimdi “insanca bir yaşam” çağrısının altında toplanma zamanıdır.