SÖYLEŞİ | Prof. Dr. Bilsay Kuruç: Koronavirüs sonrası ekonomi ve düzen - 2
"Amerikan kapitalizminin üretim dünyası… Son üç aydır, virüs senaryosunun gitgide keskinleşmesiyle ‘tıkanma’ halinden ‘kriz’ haline geçiyor. Ekonomi daralıyor. Küçükten başlayarak iş yerleri yavaşlıyor, işçi çıkarıyor, iflaslar başlıyor. İşsizlerin sayısı (işsizlik ödeneği için başvuranlar) 22 milyon kişiye ulaşıyor (Nisan ortası)."
Prof. Dr. Bilsay Kuruç, dünyayı saran koronavirüs salgınının ardından ekonomi, kriz senaryoları, kapitalist merkezlerin değişimleri ve olası yeni pozisyonlarına ilişkin sorularımızı yanıtladı. Bu uzun ve değerli söyleşiyi okuyucularımıza üç bölüm halinde sunacağız.
Söyleşimizin ilk bölümünü dün yayımlamıştık:
Söyleşinin ikinci bölümü şöyle:
SORU: Peki, kapitalizmin piyasalarında bir tedirginlik, virüs salgınının getireceği bir yeni kriz havası esmiyor mu? Bugünün Amerikan kapitalizmine piyasalardan bakmayacak mıyız? Bakmazsak olup biteni anlayabilir miyiz?
Ben piyasa uzmanı değilim. Şu kadarını bilebilirim ki, piyasaların ajanları memurlar gibi davranmazlar. Risk onların gıdasıdır. Bize zehir gibi görünür, onların gıdasıdır! Bunu atlamayalım. Vaktiyle bir ‘iyi kapitalizm’ yolu arayan ve bu ‘iyi niyetle’ 20. yüzyıl için koskoca bir kitap yazmış olan Keynes’in kulağa küpe olması gereken bir sözü var, unutmayalım: “Piyasalar akılla tartarak değil, hayvani sezgilerle davranırlar!”
Üstadın bu berrak deyişi, 2008’den sonra Amerika’daki bazı iktisatçıların benimsemeye başladığı bir söylemde sanki yerini buluyor. Şöyle dediler: “Wall Street (finans piyasaları) Main Street’e (üretim dünyasına) karşı!” Hatırlayalım, 2008 çöküşü başladıktan hemen sonra FED ve Amerikan Hazinesi kayıtsız şartsız finans sermayesini (Wall Street’i) desteklediler. Oraya para gitmeli, oradakileri kurtarmalı ve böylece para makinelerinden de tüketiciye akabilmeliydi. Bu destek, bir kerelik değil, sürekli olmalıydı. Sürekli oldu ve şimdi, daha doğrusu 2019’un sonbaharından itibaren yine kriz emarelerinin başladığı bir sürece girildi. Virüs, bu süreç sönümlenmeden geldi. Piyasalara bunu göz ardı etmeden bakmamız lazım.
Kısaca şunu hatırlayalım ki, bugünü değerlendirebilelim: 1980’lerden sonra kapitalizm, Amerika’da ordugâhını, yani merkez gücünü esas olarak Wall Street’te kurdu. Özetin özeti: Hisse senedi (Stok market) ve borç senedi (Bond market) piyasalarında. Bu piyasalar yok muydu? Vardı. O kadar vardı ki, 1929’un büyük krizi orada patladı ve zincirleme etkisini yaratarak şirketleri sürükledi. 1980’den sonra kapitalizm kendine (hepimizi sürükleyerek!) yeni bir dünya oluşturdu. Bundan daha önce söz ettim. O yeni dünyada finansın büyüyen rolü ile bu iki merkezi piyasa, kapitalizmin kan damarlarını tazeledi. Damarlar, pompalanan likidite (para) ve kredi ile dünya ölçeğinde akışkanlığa kavuştu (dolarizasyon).
Kapitalizmin ‘olağan’ işleyişi halinde (krizsiz senaryo), damarlar kredi ile beslendi. Amerika’ya ve kapitalizmin dünyada eriştiği yerlere servis yaptı, oralarda kapitalizmi besledi, oralardan beslendi. Sistem kredinin ileri-geri akışıyla yaygınlaştı. Piyasalar borçlanmayı kolaylaştırdıkça (kapitalizmin iktisat politikaları bunu teşvik ettikçe) şirketlerin borcu büyüdü. Kapitalizm, bununla büyüyen ama riski de büyüten bir döneme girmiş oldu. Gidişi rahat, dönüşü dertli bir yol. Gidişin rahatlığı ve kuralsızlığı (kurallarla önlenemeyişi) kapitalizmi dünya çapında ‘yeni din’ mertebesine yükseltti denebilir. “Bana inanacaksınız ve inandıkça kazandığınızı göreceksiniz!” diyordu kapitalizm. İnancın, sorgulamanın önüne geçtiği bir süreci yaratabiliyordu. Ve yeni din ‘serbestlik’le servis edildi. Amentüsü ‘serbest piyasa’ idi. Kim söze böyle başlarsa kapitalizmin dindarı olduğunu (makbul kişi olduğunu) göstermiş oluyordu. 2008 öncesinde kapitalizmin ‘olağan’ işleyiş halini basitçe de olsa, böyle anlatabiliriz. Buna isterseniz neo-liberalizm dünyası da diyebiliriz. Liberalizmin zehirli türü!
Gelelim ‘tıkanma’ haline… Yine basitleştirmeye çalışalım. ‘Tıkanma’ halinde kredi damarlarında ‘plak’lar oluşuyor. Daima borç ve daha çok ve daha çok borçla çalışan kapitalizmde, kredilerin geri ödenmesi zorlaşınca sistem tıkanmaya başlıyor. ‘Tıkanma’, Wall Street’te burunların bu kokuları almaya başladığı zamandır. Kriz emarelerinin başlaması… Piyasa örgüsünün ayrıntılarına, kimin nereye mevduat yatırdığına, kimlerin bunu alıp şirketlere kredi olarak verdiğine girmeyelim, uzar.
Kriz emarelerinin başlayışı birkaç noktadan izlenebiliyor. Biri, bankalara ve benzeri kuruluşlara mevduat yatırmış olanlar. Bunlar şirketlerin sermaye yapılarını izleyerek, oraya giden kredilerin geri dönüşünde zorlukların başladığını görerek yatırmış oldukları paranın peşine düşebilirler. Bu noktada bir endişe ya da telaş başlarsa hisse senedi piyasasında yer alan şirketlerin ‘değer’leri düşmeye başlar (çünkü onlar bu kredilerle var olmaktadırlar). Hisse senedi piyasaları, Dow Jones, S & P 500 ve Nasdaq, yani Wall Street’in üç büyük hisse senedi piyasası, inişe geçer. Üçü birden! İşte, piyasa oyuncularının sahaya çıkma zamanı gelmiştir. İsterseniz, Keynes’in öğüdünü tutarak, ‘hayvani sezgiler zamanı’ diyelim. Bilindiği gibi, piyasa literatüründe iki tip ‘hayvani davranış’ konuşulur: Biri, ‘ayıca davranış’ ya da ‘ayı piyasası’. Yani, şirket hisselerinin ‘değerlerinin’ düşeceğine hüküm vererek onların elden çıkarılması yönündeki karamsar davranış… Öteki, ‘boğaca davranış’, ya da ‘boğa piyasası’. Yani, hisselerin yükseleceğini öngörerek alımlara geçen iyimser davranış…
Günümüze, ‘virüs ekonomisi’nin Amerikan kapitalizmine gelirsek ne görebiliyoruz? (Amerikan kapitalizmini göz önünde tutmaksızın öteki kapitalizmlere bakarsak, “Her şey değişecek (mi?)” düşüncesini gereğince tartmamış oluruz sanıyorum.). Unutmayalım, şirketlerinin (ve bankalarının) piyasa değerini (sermaye yapısını da diyebiliriz) koruyamayan bir kapitalizm çöküşe yönelir. Peki, ‘tıkanma’ halinde bunu korumak piyasaların ‘hayvani sezgiler’ine mi emanet edilecektir?
İşte, kriz emarelerini izlemenin öteki noktasına geldik: FED. 2008’de ekonominin çöküşe geçişi, ders kitaplarında yazılanlara uymadı. O kitaplarda bir çare gösterilmiyordu. “Piyasalar her şeyi çözer, her durumu düzeltir” şeklinde dini bir ibare vardı, o kadar. Oysa ek kaynak yoksa iş piyasalara emanet edilemezdi. 2008 bunu öğretti. Ders kitapları (buna inanan akademisyenler ve öğrenciler dışında!) bir yana bırakılarak, krizin ancak FED ve Hazine’nin ortak müdahalesi ile durdurulacağı ve dondurulacağında karar kılındı. FED likidite çeşmesini açtı, büyük finans sermayesini kayıtsız şartsız destekledi ve ‘kaliteli borçları’ kendi bilançosuna aldı. Kısacası, “piyasa mekanizmasının yarattığı yangının söndürülmesi piyasalara bırakılamayacak kadar ciddi iştir!” dedi. Ve çektiği bu çizgiden 2008’den bugüne kadar ayrılmadı. Daha doğrusu, ayrılamadı. Çünkü görünebiliyor ki, piyasaların ‘serbest’ işleyişiyle gelinen nokta 2008 çöküşüdür. O günden bugüne uzatmalar oynanıyor. FED’in likidite çeşmesini ‘bedeli ne olursa olsun’ açık tutacağının güvencesi ile oynanıyor. Uzatmalar, yeni uzatmaları getiriyor.
Amerikan ekonomisi son birkaç yılda yüzde 2.5 ile 3 arası istikrarlı sayılacak bir büyüme hızına sahipti. Fakat geçen yıl “En büyük ‘daralma’ya gidiliyor” yollu konuşmalar başladı ve 2020’ye girilirken bunlar çoğaldı. İstikrarlı büyüme (düşük işsizlik) süreci uzun zamandır izlenen ‘düşük faiz-ucuz para-yükselen borç’ (ve daima düşük düzeyde tutulan ücretler) çizgisi içinde elde edilmişti. 2020 başlarında, borç düzeyi çok yükselmiş olan şirketler kesiminin kısa vadeli borçları çeviremeyecekleri kanısı yaygınlık kazanmaya başladı. Ve piyasalar, ekonominin üretim tablosundan farklı güdülerle işlediklerini sergilemeye koyuldular. Virüs şoku üretim dünyasında alarm çaldırmaya başlarken (Şubat’ta), piyasalar farklı telden çalıyorlardı. Akılla mı tartıyorlardı? Hayvani güdülerle mi harekete geçiyorlardı?
Üç hâkim noktaya bakalım. Birincisi, Amerikan kapitalizminin üretim dünyası… Son üç aydır, virüs senaryosunun gitgide keskinleşmesiyle ‘tıkanma’ halinden ‘kriz’ haline geçiyor. Ekonomi daralıyor. Küçükten başlayarak iş yerleri yavaşlıyor, işçi çıkarıyor, iflaslar başlıyor. İşsizlerin sayısı (işsizlik ödeneği için başvuranlar) 22 milyon kişiye ulaşıyor (Nisan ortası). Büyüme tahminleri ikinci çeyrek (Nisan-Haziran) için yüzde 24 ile yüzde 50 arasında değişen daralmalar gösteriyor. Kısacası, ekonomide krize geçiliyor. Şurası iktisatçının yorumuna açıktır: Acaba güzelim kapitalizmde birdenbire ortaya çıkan virüs belası kriz mi çıkardı? Böyle ise, “ekonomiyi hızla rayına sokacak”, mümkünse “hızla ‘iyi bir küreselleşme’ye geçişi sağlayacak” önlemlere (bunlar ne ise?) başvurulmalı. Böyle değil de, virüs “Kral çıplaktır! İşte kapitalizmin hali!” demiş, bunu göstermiş ise durum bambaşka. “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” diyenler hangisini kastediyorlarsa önce bunu görmemiz gerekiyor.
İkincisi, piyasalar. Daha doğrusu, öncelikle hisse senedi piyasaları… Buradan bakalım. Dow, S & P 500 ve Nasdaq üçü birden önce Şubat ortasında zirve yaptılar (Boğa piyasası), sonra inişe geçip 23 Martta dip yaptılar (Ayı piyasası) ve sonra Nisan ortasında yeniden coşup tırmandılar (Boğa)! Kısacası, ekonomide gelmekte olan krizi bir iktisatçı gözlüğünden (akılla tartarak) değil, hayvani güdülerine yakışır şekilde değerlendirmeye başladılar. Dalgalandılar (Piyasa uzmanı deyişiyle “yeni fiyatlamalar” yapmaya başladılar). Keynes’in kulaklara küpe olacak deyişini bize hatırlattılar ve bir haber daha vermeye başladılar: “Rotşild alanı’na girmeye başlıyoruz!” Yani, “kan gövdeyi götürecek, görüyoruz”, dediler. O halde, şöyle yorumlayabiliriz: Modelin yaşamsal parçası olan piyasalar normal işlemektedir. Orada, ‘piyasa davranışları’ bakımından sürpriz yoktur. Ekonominin büyük iniş dalgası ile piyasaların bu iniş-çıkışları eş zamanlıdır ve hiç de tutarsız değildir. İnişe geçmiş ekonominin geleceğini piyasalara bakarak göremeyiz. Fakat ekonominin temel büyüklüklerine (yatırım ve tüketim harcamalarına ve istihdam hacmine) bakarak piyasaların hangi oyun alanına yöneleceğini kestirebiliriz. (Piyasaların ekonomiyi kurtarmak gibi bir misyonu yoktur) O bakımdan diyebiliriz ki, evet, orada şimdi ‘Rotşild alanı’nın açılma vakti gelmiş!
Üçüncü hâkim nokta FED. Buradan bakalım. 2008’den beri kapitalizmin kriz potansiyelini en iyi görecek yüksek tepede oturuyor. Ve görüyor. Mart başında acil olarak toplandı, krizin tanısını koydu. Kararını verdi: 2008’den başlayarak izlediği çizginin gereğini yapacak. Başka çizgisi kalmamıştı. Kabaca, büyük bir para büfesi gibi çalışıyordu. Ucuz ve bol para veren bir büfe. Bunu değiştiremez!
Hisse senedi piyasasını, borç senedi piyasasını, yani esas olarak büyük şirketleri kurtarmak, çalıştırabilmek için ağır silah kullanacak: Likidite hortumunu iyice açacak. Yetmez. ‘Yatırım yapılabilir’ dereceli ticari senetleri (‘kaliteli borçlar’) doğrudan kendisi alacak. Yetmez. Bankalara da hortumunu doğrultarak diyecek ki, “Öteki senetlerin tümünü ‘yatırıma değmez’ (‘junk’) olanlar dâhil siz alın, sonra hallederiz.” Daha ne yapsın? Bir by-pass yaparak yeni damar açıyor. Boğazına kadar borçlanarak işleyen kapitalizmin merkez bankasıdır. Şimdi, tehlike gitgide büyürken, şirketlerin altına bir güvenlik ağı döşüyor ve piyasalara “Lütfen ayıcılık yapmayın, rica ederim. Şirketlerin piyasa değeri düşmesin, şirketleri öldürmeyelim” diyor. Özetle, “bedeli ne olursa olsun!” diyerek bir cerrahi müdahale yapıyor. ‘Para büfesi’ olmanın da ötesine geçiyor.
FED’in müdahalesi sistemde bu yıl içinde yeni bir sermaye akışı yaratır mı? Şüpheli, çok şüpheli… FED kapitalist ekonomide büyüme yaratacak kurum değildir. Krize giden ortamda cankurtaran rolüne sahip olabilir. O kadar. O da krizin seyrine göre geçicidir. Şöyle desek, takımın kalecisidir. ‘Onsekiz’in dışına çıkamaz!
Amerika üzerine çok konuşmuş olduk. Kapitalizmin yetmiş yıllık ‘ağa devlet’i ve küreselleşme senaryosunun prodüktörü olduğu için… Şunun için çok konuştuk: Virüs apaçık gösterdi ki, kapitalizmin bu modelinde insan için, toplum çapında bir sağlık sistemi kurmak diye bir öncelik yoktur. Orada herkes parası kadar sağlık ‘tüketebilir’. Toplum çapında parasız yani, insanın yaşama hakkının gereği olan, koruyucu bir sağlık sistemi kapitalizmin ‘doğası’ ile bağdaşmamaktadır. Bu model, dünyanın ciddi bir farkla en ileri teknolojiye sahip ülkesi Amerika’yı, halk sağlığında dünyanın en geri ülkelerinden biri yapmıştır. “En geri”de abartma var mı? Orada ne zaman bir toplum sağlığı sistemi girişimi olsa, daima büyük sermaye bunu püskürtür, rahatça… İşte, Amerika’nın kendi azgelişmişlik alanı… Trump’ın, virüs bilançosunda 200 bin can kaybı olabileceğini rahatça söyleyebilmesi, kişisel gaddarlığından değil, Amerikan kapitalizminin iyi bir temsilcisi olmasından ileri geliyor. Ve orada “her şey eskisi gibi” olmaya devam edecek. Kısaca, böyle görünüyor.
SORU: ABD’den sonra bir de Avrupa’ya göz atalım mı? Orada tablo değişik mi? Çeşitli yorumlar var, AB çatlayacak olanı en popüler olanı. Nasıl bakalım? Neler düşünelim? Avrupa belki de bizi, tarihsel olarak daha yakından ilgilendiriyor…
Önce, arka plandaki bilgiyi önümüze koyalım. Sosyalizm, liberal demokrasi, faşizm, sosyal devlet, bunların hepsi Avrupa ürünü… Oradaki yaratıcı düşüncelerden ve siyaset pratiğinden doğdular. Avrupa kültürünün ve kapitalizminin dokusundan… Küreselleşme ise, dünya sermayesinin Amerika prodüktörlüğündeki ürünü. (şimdi prodüktörlüğe Çin talip!) Küreselleşme (isterseniz, emperyalizmin en üst aşaması diyelim), son kırk yılda, sermayenin en önemli sahnelerinin başında gelmiş olan Avrupa’yı da kapsadı. Onu koynuna aldı ve oradaki sosyal devletin tasfiye edilme sürecinde itici güç oldu. Bunu bugün virüs sayesinde berrakça görebiliyoruz.
Şimdi hatırlayalım. Kısaca. 1945’te Avrupa’da faşizm tasfiye olurken Soğuk Savaş başlatıldı. Avrupa bu oyunun ana sahnesi yapıldı. Batı Avrupa, bu kabul çerçevesinde ekonomisini (hızla) geliştirdi, siyaset düzenini kurdu. Ticareti kendi içinde serbestleştirdi (Ortak Pazar). Batı Almanya lokomotif oldu. 1970’lerde başlayan ‘günümüzün’ krizleri Almanya’nın oradaki lider rolünü pekiştirdi. 1990’daki yeni Alman Birliği, Avrupa Birliği’nin (AB) yolunu açtı. Ve 1999’da Avrupa’nın para sistemi ve ‘Euro’su doğdu. Demek ki, 2008’de küreselleşmenin ilk büyük krizi AB’yi ergenlik döneminde yakalamış oldu. Avrupa kapitalizmi, Almanya’nın zaman boyunca sekmemiş liderliğine rağmen bir büyük krizle henüz yüz yüze gelme alışkanlığı kazanmamıştı. 2008, Avrupa kapitalizminin kendi iç dinamiğinden doğan bir krizi değil, onu koynuna almış olan küreselleşmenin, özellikle finans sermayenin Avrupa sahnesinde beslediği kriz potansiyelini ortaya koydu.
2012’de, Avrupa’da bankacılık kesimi krizin merkezi idi. O kadar ki, Avrupa Merkez Bankası (AMB) Başkanı Mario Draghi (İtalyan) “Ne pahasına olursa olsun!” AMB’nin bu krizi (yangını) söndüreceğini açık açık söyledi (26 Temmuz 2012). Yani, adam, o tarihe kadar bilinen, disiplinli, muhafazakâr merkez bankacılık ölçüleriyle çalışan ve bu özellikleriyle sistemde güven sağlamayı amaçlayan AMB’nin, Avrupa bankacılığını sarmış küreselleşme karşısında bütün bunları bir yana bırakarak, Amerikan ağabeyi FED gibi hareket edeceğini, finans sermaye yangınını söndürmek için oraya hortumla su (likidite) sıkacağını söylüyor. Çaresiz. Yoksa büyük borçlanma ile işleyerek uçurumun kenarına gelmiş olan kapitalizmin Avrupa sahnesinde bankacılığın (öncelikle büyük bankalardan başlayarak) çökeceğini vurguluyor. Ve FED gibi yaptı, ‘Euro’larını bastı, faizleri düşürdü, ödenemeyecek senetleri bilançosuna aldı, vs…
SORU: Peki, oradan bugüne nasıl gelindi? Avrupa’da bugünkü manzara ne? Ders alınacak şeyler var mı?
Oradan bugüne aynı çizginin küçük oynamalarıyla geldik. Küreselleşmenin yarattığı borçlar ekonomisine sıkışmış bir Avrupa ve sıkışmanın şekillendirdiği bir merkez bankacılığı (2008’den sonra AB içinde yaşanan çeşitli borç krizlerine girmeyelim)… Son on yıl şunu göstermiş oldu: AB’nin zemini kriz potansiyeli taşıyor ve bundan arındırılamıyor. Orada krizlere çözüm sağlayacak bir ortak irade oluşamamıştır. Tek ‘hâkim merci’ olarak kabul edilen Almanya, AB’nin krizlerinde bu rolü ‘idareten’ oynayabiliyor. Ortak kurumlar yaratıp bir sadeleştirme yaratamayan ve bir ortak siyasi yapı inşa edemeyen, ya da etmeyen, kendine özgü karmaşıklığı azalmayan bir ulus devletler yapısı AB’nin son yirmi yıllık tablosudur. Bu tablo para sistemi ötesinde bir yeni kurumlar mimarisinin yaratılabilmesine elverişli olmadı. AB’nin omurgası olan para-banka ise dünya finans sermayesinin dalgalarına karşı korunaksız kaldı.
Virüs krizi, Avrupa sahnesinde, hem AB’ye, hem de kapitalizmin ‘karakteri’ne ilişkin gerçekleri gösterdi. İlk çarpıcı gözlem, kapitalizmin ekonomi alanında çeşitli ‘işbirlikleri’ kurgulayabilmesi, fakat insanın yaşama hakkı tehlikeye girdiği zaman dayanışmadan uzak durmasıdır. Avrupa’da ‘hâkim merci’ (‘ağa’ değil’) rolüne sahip Almanya virüs tehlikesi karşısında kıta çapında bir dayanışma düzenlemeye yönelmedi. Büyük hızla kendi sınırları içinde 750 milyar Euro’luk bir ekonomik paket yarattı. Sınırları dışında anlamlı bir desteği gündemine almadı. Oysa kendi sınırları dışında, ama AB sınırları içinde iki AB ülkesi, İtalya ve İspanya virüs yangını ile baş başa kalmışlardı. Virüsün aldığı can kayıpları Almanya’dakilerle karşılaştırılamayacak kadar yüksekti ve yükseliyordu.
AB bir ortak para sistemi ekseninde vücut buldu, demiştim. O kadar. AB’nin bir ortak maliye sistemi ve politikası oluşmadı. ‘Ortak’ bir AB harcamaları ya da ‘ortak’ bir AB borçları (kamu harcaması, kamu borcu benzeri) oluşmadı. Avrupa kapitalizmi böyle ‘federal’ nitelikli yapılar oluşturmuyor. Oluşan yapılar gevşek yapılardır. Üye ülkeler AB para sisteminin elverdiği ölçüde kendi maliye politikalarıyla idare ediyorlar. Bu bakımdan, İtalya virüs yangınında AB’den ne sağlık desteği, ne de ekonomik destek alabildi! Bu durumla İspanya da aynı şekilde karşılaştı. Ortak maliye politikası olmayan AB’nin ortak bir sağlık politikası da elbette yoktu!
AB’de, kapitalizmin Avrupa’sında, dayanışmanın yokluğu virüs krizinde skandal boyutuna ulaşıyor. Mart ayında, altı Alman bir Avusturyalı iktisatçı AB’ye bir acil önlem çağrısı yaptılar. Bunlar, tanınmış, hemen hepsi büyük şirket ve bankalara danışmanlık yapan kişilerdi. Çağrı “sermaye tehlikede!” diye özetlenebilir. “Arz ve talep düşecek, ofisler ve fabrikalar kapanacak. Tüketiciler evde kalacak. İşsizlik ve borç yükü durdurulamaz şeklide artacak. Riskler çok büyük. İnişin keskinliği çabuk ve büyük çaplı hamle istiyor. Tez elden, bir trilyon Euro’luk bir kolektif (AB) borç (bir ‘eurobond’) yaratılmalı”, diyorlardı. Yani, tüm AB üyeleri ellerini taşın altına koymalı ki, Avrupa’daki sermaye zarar görmesin, model işlemeye devam edebilsin demek oluyordu. (Elbette, bizim sosyal bilimciler gibi, emek korunsun, bunun için şu, şu yapılsın demiyorlardı!)
Aradan geçen sürede, AB’de yapılan toplantılarda bir sonuç alınmadı. Çünkü ‘federal’ niteliğe sahip yapısal bir dokunun yokluğu yanında, kapitalizm 2008’den bu yana zaten bir kriz potansiyelinin üzerinde oturuyor. Özünde dayanışma bulunmayan kapitalizmin, virüs senaryosu karşısında kalan devletlerinde doğal refleks sadece kendini (her kapitalizmin sadece kendi rejimini) güvenceye almasından ibaret oluyor. AB üyeliğinin insani boyuttan soyutlanmış bir ‘işbirliği’nin parçası demek olduğu virüsün verdiği gerçekçi bilgidir. Bu bilgi başka örneklerle de sergilenmişti. Ancak, en keskin örnek aralarındaki yardımlaşmasızlık oldu (Birbirlerinin sağlık maskelerine el koyma girişimleri ise bunun tuzu biberi oluyor). Bugünkü yardımlaşmasız Avrupa’ya orada sosyal devletin tasfiyesinde son adım olarak mı bakacağız? Düşünelim. Ancak, son birkaç ay Avrupa’nın yeniden sosyal kurumlaşma yaratma kapasitesinin ‘sıfır’a geldiğini gösteriyor.
“Yardımlaşmasız Avrupa” tablosu, AB’nin, virüs can almaya başladıktan sonra geçen sürede bir ‘ortak eurobond’ çıkaramayışı ile keskinleşti, dedim. Daha da keskini var: Türkçede ‘güler misin, ağlar mısın?’ diye bir deyiş vardır. Onu akla getiriyor. Şöyle: İtalya’da ve onunla eş zamanlı İspanya’da virüsün git gide daha çok can aldığı günlerde, Amiral Cem Gürdeniz’in yazdığına göre, NATO Akdeniz’de ‘Defender Europe 20’ (“Avrupa’nın Savunucusu”) tatbikatı yapıyordu. Bu tatbikattan vazgeçmedi. Vazgeçmediği gibi, İtalya ve İspanya’nın insani yardım başvurularını yanıtsız bıraktı. Sanki şunu demiş oluyordu: “Kapitalizmin, hiçbir koşulda programını aksatmayacak örgütleri savaş örgütleridir. Örgüte üye devletlerin varlığı sadece savaş ihtiyaçları içindir. İnsanların yaşama hakkı gibi şeyler bizi ilgilendirmez. Nokta!” (NATO’nun ya da Amerika’nın bu ülkelerde kaç üssü bulunduğunu okuyanlar araştırsın.).
SORU: Yani bu tablo Avrupa ekonomisinin göçeceği, AB’nin çatlayacağı gibi olasılıkları arttırıyor mu?
Kısaca Avrupa’nın ekonomisine dönersek, birkaç şey görebiliriz. Önce, 2008 krizinin para odaklı olduğunu hatırlayalım. AB buna hazırlıklı değildi. Ama kapitalist dünya o zaman finans sermayeyi kurtarmak üzere kısa sürede bir işbirliği örgütledi. Mümkün olan yegâne işbirliğinin merkez bankaları düzeyinde kalacağı anlaşıldı. “Ne pahasına olursa olsun!” dedi ve dediğini yaptı. ‘Pahası’ bugüne kadar artarak gelen dünya çapında (istisnasız!) ucuz ve bol para akışı ile borçlanma, borçlandırma idi ve öyle oldu. ‘Sermayenin krizini çalışanlar öder’ kuralı değişmez kural olarak elbette işledi. Ama finans sermayeyi kurtarma operasyonunun yıllarla birbirine eklenen büyüklüğü karşısında yetersiz kaldı. Avrupalılar da bunun parçası oldular. Bugün, kapitalist dünya kendisi için 2008’den sonraki gibi bir işbirliği örgütlenmesinden de uzakta bulunuyor. Çaresizlik hali.
AB de kendi kapitalizmini kendi kotaracaktır. Avrupa Merkez Bankası (AMB) virüsün yarattığı ekonomi tablosu (ekonomik hareketliliği ‘sıfır’a doğru indiren çok özel bir tablo) karşısında 2008’den (daha doğrusu, 2012’den) sonra yaptığının ötesinde bir şey yapamayacaktır. Az önce dediğim gibi, Avrupa ölçeğinde bir maliye politikası (ortak harcamalar, gelirler, borç yönetimleri) lazımdır, ama yoktur (Belki, zorlana zorlana bir tür ‘eurobond’ ya da bunun benzerini çıkarırlar, ama o kadar). Kısacası, Avrupa kapitalizminin iktisat politikası tek, yetersiz bacakla yürümeye çalışacak. Virüs senaryosu ise, ‘danışman iktisatçılar’ın vurguladığı gibi, 2008 inişinin ötesinde bir çöküş getirecek. Ekonomiler hep birlikte yavaşlayıp daralacaklar!
IMF, bir süre önce, virüsten önceki verilerine dayanarak yaptığı tahminlerde ‘Euro Bölgesi’nin 2020’de yüzde 7.5 daralacağını öngörüyordu (Dünya ekonomisinin daralması yüzde 3, Amerika’nınki yüzde 5.9 olarak saptanmış. Türkiye’nin de yüzde 5 daralacağı öngörülmüş). Virüsün ekonomiyi öngörülemeyen etkilerle ve kısa sürede çarpıcı şekilde yavaşlatmakta olduğu dikkate alınırsa, buna iyimser bir senaryo diyebiliriz. O zaman akla şu soru geliyor: AB bu virüs krizinin yarattığı ekonomik depremden hasar görür mü? Yani, yapısında çatlama, kopma olur mu? (“Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” düşüncesi Avrupa’da bir kökten değişiklik yaratacak beklentilere mi dayanıyor?)
Avrupa’da kökten değişiklik gerçekçi bir beklenti değildir. 2008’den sonra da AB’nin dağılacağı yolunda görüşler çıkmıştı. AB her şeyden önce bir ekonomik birlik görünümündedir. Ancak, resmi kurumlaşmalara oturmayan bir siyasal gerçeği taşımakta olan bir topluluktur. Kısaca, şöyle diyebiliriz: Avrupa kapitalizminin ağırlık merkezi Almanya’dır. Son 150 yıl Almanya’nın Avrupa’yı ekonomik ve siyasal kapsamda yönetme hamlesinin tarihini okuma şansı verir. Alman kapitalizmi bu süre boyunca yaşadığı toplum çapında ağır dramlara (kapitalizmin ‘uygarlık krizleri’ne) rağmen hamlesini zayıflatmadı, aşamalarla pekiştirdi. Son aşaması, yani, AB’nin para sistemi ve ‘Euro’su, merkezde Alman kapitalizminin ekonomik gücü, yönetim kapasitesi ve iddiası ile varlık kazanan bir Avrupa kapitalizmini sergiliyor.
Son on yılın belgelerine bakalım ve hatırlayalım. 2008’den sonra AB içinde çeşitli boyutlarda finans ve ekonomi krizleri oldu. AB’nin bunları önleyecek, kendi kurumlaştırdığı bir hazır altyapısı yoktu. Tümü, arka planda daima Alman kapitalizminin dayanıklılığı ve Avrupa çapında yönetim kapasitesi ile birer çözüme erişti. Kriz potansiyeli giderildi mi? Hayır. Ancak, Alman kapitalizminin (ondan başkasının değil!) Avrupa’nın kapitalizmini yönetmeye devam edecek yegâne merkez olduğu son on yılda berraklaşmış oldu.
‘Euro Bölgesi’nde ekonominin (en iyi olasılıkla) yüzde 7.5 daralması, Almanya’nın, vurguladığım dayanıklılığını zayıflatır ve AB’de çözülme yaratır mı? İki noktayı aklımızdan çıkarmayalım. Birincisi, ‘Euro’dan ayrılacak bir Avrupa ülkesi ciddi bir yalnızlık ve belirsizlik içinde kalacağını bilmektedir. Göze alamaz. Fransa bile! (AB içinde, fakat ‘Euro’ dışındaki ayrıcalıklı statüsünden istemeye istemeye Brexit’e yönelmiş İngiltere’nin, City of London’a tutunabilmek dışında bir ciddi ekonomik varlık gösterebileceğini düşünebiliyor muyuz?). İkincisi, yüzde 7.5 daralma bir ortalamadır. İtalya, İspanya ve Fransa görünen o ki, daha keskin daralmalar yaşayıp, ekonomik olarak daha zayıf (siyasal olarak daha iddiasız) kalacaklar. Virüs krizi sonrasında göreli olarak Almanya ekonomik ve siyasal söz sahibi olarak daha güçlenecektir. AB’de bir çatlama ve kopmaya izin vermeyecektir. Gündeme gelebilecek ‘reform’ önerileri onun (ve gücünü koruyan Hollanda’nın) vizesine göre şekillenecektir. Kapitalizm böyle ister! Böyle görünüyor.
SORU: “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” söylemini yükseltenlerden bir kesim, özellikle Avrupa merkezli, Avrupa üzerinden bir “demokratikleşme”, sosyal devlet gibi uygulamaların gerçekleşeceği bir zemin kurulacağı beklentisini yeşertmeye çalışıyor. Bu gerçekçi midir?
“Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” düşüncesi, insanı virüs kriziyle birlikte çıplak gözle görülebilir hale gelen bir alana çekiyor: Demokrasi tartışması. Bu, siyaset bilimi çevrelerinde şimdi çok konuşulacaktır. Siyaset biliminin uzmanlık alanına girmeksizin, virüsün çıplak gözle görülebilen birtakım eğilimlere güç verdiğini söyleyebiliriz. En başta, 1980’lerden itibaren (yani, küreselleşme aşamasına geçmesiyle) kapitalizmin artık bir demokrasi projesi ile ortaya çıkmadığını saptamak gerekiyor. Parlamenter demokrasinin sahnesi olan Avrupa kapitalizmi de, sosyal devletin küçültülmesiyle eş zamanlı yaşanan bu dönemde şekil değil, içerik değişmeleri geçirerek günümüze geldi. Günümüzü ve “her şeyin değişeceği” beklentisini bunu hatırda tutarak yorumlamalıyız. Özellikle Avrupa’da.
Düşünelim. Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri 1989’dan sonra Sovyet şemsiyesinden çıkarak Batı Avrupa şemsiyesi altına sığındılar. Batı Avrupa, yani AB, bu ülkeler için özel olarak ‘Kopenhag Kriterleri’ hazırladı: Batı’nın parlamenter (isterseniz ‘liberal’ diyelim) demokrasisine uyum sağlayacak şekilde siyasal ve toplumsal kurumlaşmalarında değişiklikler yapmaları için… ‘Kriterler’ üye olabilmenin koşulu idi. Ve zaman içinde bu ülkeler üye yapıldılar. Yani, Batı Avrupa bunları bağrına bastı. Aradan otuz yıl geçti. Ve bu zaman içinde ‘kriterler’ Avrupa’ya yeni Danimarkalar hediye etmedi. Orada gelişmeler, hiç zikzak çizmeksizin, ters yönde oldu (Kuzey Avrupa, özellikle İsveç ve Norveç uzun süredir git gide sağa kayan siyaset yapılarına örnek oldular).
Burada, “her şey nasıl olacak?”ın bazı ipuçları yatıyor. Özellikle Macaristan ve Polonya ise öğretici örneklerdir. Bunlar, özellikle Macaristan, geçmişin kültüründe önemli düşünürler yetiştiren, fakat Sovyet modeli dışında bir sosyalizm geliştiremeyen ülkelerdir. Orta ve Doğu Avrupa’nın bir simgesi olarak Macaristan’a bakınca, son yirmi yılda (2004’te AB üyesi yapıldığını da hesaba katarak) siyasette gitgide kemikleşen bir sağa kayış vardır.
‘Kopenhag Kriterleri’nin mürekkebi kurumadan başlayan kemikleşme, siyasal yapısı, kamuoyu ve simgesiyle yavaş yavaş vücut buldu. Simge, 2010’dan beri başbakanlığı sürdüren, ‘tek kişi’ rolüne sahip olan Orban’dır. Orban, son on yılda ‘Batı Avrupa tarzı demokrasi’ olarak devraldığı sistemi lime lime etti. Ve bu sistemin ‘virüs krizi’ gibi olağanüstü durumlarda hiçbir direncinin bulunmadığını bildi, gösterdi. 2020’nin virüs krizinde, zaman yitirmeden ülkeyi kararnamelerle yönetme ve parlamentoyu askıya alma yetkisini ele geçirdi. Yani, ‘virüs fırsatı’nı kaçırmayarak gücüne güç kattı. Bu hamlesinden sonra kendisini eleştiren Batı Avrupalılara, galiba biraz da dalga geçerek, “Bu illiberal demokrasidir!” dedi. “İleri demokrasi”nin Macarcası, diyebiliriz!
SORU: Orban’ı sadece Orta ve Doğu Avrupa’ya özgü bir karakter olarak mı yorumlayalım? Bundan mı ibaret, yoksa daha derinde araştırılması gereken bir tablo mu var?
Orban bir simgedir, dedim. Siyasette ve ülke yönetiminde ‘Orbanlaşma’ diyebileceğimiz bir gelişmenin simgesi, kuralları ve engelleri yok edersek, sınırsız güç kazanma. Örneklerini, biz ve Brezilyalılar yaşayarak biliyoruz. Kapitalizmin ekonomik olarak birbirine göre farklılıklar gösteren ‘zayıf halka’ları var. İlginç olan şey, buralarda siyasal bakımdan birbirinin benzeri siyasal toplulukların ve iktidar yapılarının oluşmasıdır. Bunlar, 1980’lerden sonra, büyük ve sürekli ‘sağa kayış’ içinde ortaya çıkan benzerliklerdir. Başka bir coğrafya olan Güney Amerika’yı bir yana bırakalım. ‘Orbanlaşma’, bir trend olarak ‘liberal demokrasi’ alanı Avrupa’nın bir kanadında ve havzasında (Türkiye gibi) gelişiyor. Avrupa kapitalizminin kurumları ve sözcüleri bunu bir trend olarak yadırgamıyorlar (“Bazı ülkelerdeki, bazı yanlışlar” gibi yorumlarla özel ve sınırlı tutmaya özen gösteriyorlar). Sözcüler esastan değil, usulden bir takım eleştirilerle yetiniyorlar. AB, ‘sermaye rejimi’nin bütünlüğünü siyasal nedenlerle sarsmak istemiyor. Çünkü biraz önce değindiğim üzere, AB vitrini ve hatta mutfağı ekonomik alet edevatla yüklü olan, fakat içinde kendine özgü çeşitlilikle bir siyasal gerçeği barındırmakta, öncelikle bunu korumaktadır.
Avrupa’ya özgü çeşitlilikler, kapitalizmin son otuz yıllık dünyasında siyaset ekseninin bir bütünlük içinde sağa kayışında özenle korunmuştur. Siyasetçi profili de bu sürece özgü bir ‘doğal eleme’ içinde yeni tipleriyle ortaya çıktı. Düşünelim: 2008 krizinden (“Artık her şey değişecek!” söyleminin ilk seslendirilişinden) sonra kapitalizmin küreselleşme mekanizmaları (‘zayıf halka’ları daha da kucaklayarak) işlemeye devam etti. Krizden ‘çıkış’ boş beklentilerde kaldı. Son otuz yılda ekonomi, finans ve siyaset dünyasında yetişmiş tipler oyunu sürdürdüler. Oyun sürdükçe, 2008’den sonrasının dünyasında ve Avrupa’sında (ve Türkiye’sinde) kriz potansiyeli biraz daha beslendi, çoğaldı. Kriz bu zeminde, siyasette çok iş gördü. 2020’ye oradan geliyoruz.
Otuz yıllık kadrolarıyla kendi kendini sürdüren, uzun bir döneme oturarak zeminini döşeyen bu süreçte bir özellik gözden kaçmıyor: Yeni, yaratıcı bir düşünce, bununla beslenebilen bir yeni siyaset doğmuyor. Kesintisiz sağa kayış bir kuraklıklar dünyasıdır. Bu yokluk kadrolara bir sıradanlaşma getiriyor. Sanki düşünceleri kalıplaştıran Soğuk Savaş donduruculuğu, etkisi azalmaksızın, küreselleşmenin kapitalizmi ile iç içe geçmiştir. Avrupa’nın siyaset alanında (şöyle de diyebiliriz: sıradanlaşmanın Avrupa’sında) ‘sağ’ için ideal ortamı hazırlamıştır. Ortam, sosyal devletin ve çalışanların kolektif gücünün tasfiyesi yıllarında oluşan ‘büyük boşluklar’la zeminini bulmuş oluyor.
Büyük boşluklara yerleşerek iktidar olan, Avrupa’nın sermaye ile en muhabbetli partilerini (‘muhafazakârlar’ diyelim) ya da son on beş yılın türev ürünü ırkçı oluşumları bir yana bırakalım. Dram, sosyal demokratlardadır. 1980’den (sosyal devletin ve sendikalaşmanın zayıflamasından) sonra, sosyal demokratlar sanki aynaya bakarak “Ben kimim, neyim?” diyorlar. Yanıtını bulamıyorlar. Toplumla bağları zayıflıyor, modalara takılarak yeni kimlik arayışına çıkıyorlar. Sıradanlaşma getiren ‘doğal eleme’ onların mevzilerinde, kadrolarında ağır hastalık yaratıyor (kimi muhafazakâr çizgide bir şeyler arıyor!).
Ağır hastalık kalıcı mı? İngiliz İşçi Partisi’nde olduğu gibi… Orada, kapitalizm çerçevesindeki yüz yıllık işçi sınıfı siyasetinin çizgisini kıran Blair uzun süre parti başkanlığı ve başbakanlık yapmadı mı? Daha da acıklısı, uğraşarak partiyi yeniden çizgisine oturtmaya çalışan Corbyn’in partinin ‘sağ’ kanadı ile orta yolcularının baskısı üzerine çekilmesi ve yerini orta-sağ kanadın sıradan isimlerinden birinin alması yaşanmadı mı? İngiliz İşçi Partisi adeta Anglo Sakson kapitalizminden “Aferin!” almaya bakıyor. Ve İngiliz sahnesine sağ siyasetin son on yıllık ‘nadide’ ürünlerinden Boris egemen oluyor. Türkçede “Tencere yuvarlandı, kapağını buldu!” diye bir söz vardır. Tam da o oluyor.
Kısacası, Avrupa’nın bir kanadında ve havzasında gelişen ‘Orbanlaşma’ bir sapma değil, son otuz yıl kapitalizminin bir armağanı sayılmalı. Çeşitlilik içinde bütünlük! Dediğimiz gibi, tüm yetişmiş, sıradanlaşmayı pekiştiren kadrolarıyla… Buraya nereden geldik? 1979’da ‘Madam’ın ağzından dökülerek, kapitalizme yeni döneminin ‘müjdesi’ni veren “Toplum diye bir şey yoktur!” vecizesinden geldik. Avrupa için çok konuşmuş olduk. Yeter.
SORU: Türkiye’ye gelelim mi?
Uzun bir söyleşi oldu. Türkiye için birkaç dikkat çekici nokta üzerinde konuşmakla yetinelim. Birincisi, bugün salgında oluşan emek örgütlenmesi… Dikkat çekici olan şu: Azı tanınan (hekimler), büyük çoğunluğu tanınmayan, tümüne ‘Büyük Sağlık Emekçileri Toplumu’ diyebileceğimiz kadınlar ve erkeklerden oluşan topluluk. Yüksek niteliklerden sıradan niteliklere sahip sayılabilecek insanlara doğru genişleyen topluluk. Hekim, hemşire, hastabakıcı, eczacı, laboratuarda, tanı ve bakımda çalışanlar, idari personel, taşıyıcılar, temizlikçiler, yemekhane çalışanları, şoförler, koruyucular, güvenlikçiler, defin işlemini yapanlar, tümü… Önceden hazırlığı yapılmamış, ‘resmi’ çalışma çizelgesi bulunmayan ve birden bire patlayan bir salgının gerçek sorumluluğunu üstlenerek insanın yaşama hakkını elbirliğiyle korumak için adı konmamış bir kolektif çabada örgütlenen insanlar… Birbirini tamamlayan bir iş zincirini, özgün ve riski yüksek bir iş bölümünü gerçekleştiren ve o arada kimileri can kaybına uğrayanlar. Böyle bir büyük emek örgütlenmesi… Tabelası, yönetmeliği ve resmi tanımı yok. Ama gerçek olarak var. İnsanın yaşama hakkını korumak bugünün tarihi olarak yazılacaksa, bunlar onun hem öznesi, hem de tarihi yapanlar.
Bu kolektif çabada iktisatçı meslektaşlarımızın dikkatini çekmesi gereken bir şey var. Sağlık emekçilerinin kayıtsız şartsız insan yaşamına kilitlenmiş örgütlülüğü (1) ücret karşılığı yapılan (‘piyasa kuralları’na, ‘rekabet’ çerçevesine göre) bir iş değildir; (2) yapılan işte çalışanların ücret ortalaması asgari ücrete yakındır; (3) böylece, en düşük ücret düzeyinde başka hiçbir işle kıyaslanmayacak ölçüde en değerli iş (can kaybını önlemek – ‘marjinal verimi’ en yüksek iş!) yapılmaktadır; (4) sadece insan kurtarmaya odaklanmış olan bu ‘ücreti düşük-gerçek değeri çok büyük’ emeğin parasal karşılığı yoktur; (5) bu emek metalaşmamaktadır (işe yabancılaşmamaktadır). Kısacası, en düşük gelirlilerin toplam için en büyük katkıyı yaptıkları bu tablonun ‘piyasa egzersizleri’yle ‘fiyatlanması’ olanaksızdır! Burada gerçek değer (insan yaşamı) ‘üretilmekte’dir. Kapitalizmin her gün TV ekranlarında izlediğimiz uzmanlarının işi öncelikle sanal ‘değer’lerin (döviz kurları, faiz oranları, hisse senedi ve borç senedi, vs) ‘fiyatlanması’dır. Birini ötekine dönüştüremeyiz! Gerçeği sanala çeviremeyiz! Gerçek sağlık emekçilerinin, sanal piyasa uzmanlarının işidir.
Bu kolektif çabada sayıca azınlık olan hekimlerin de devletin bordrolu çalışanları olduğunu hesaba katarsak, hekimler ve hemşireler dışında kalanı, çoğunluğu piyasa dilinde ‘az nitelikli ve niteliksiz’ sayılan asgari ücretli emek katmanı, bu kolektif çalışmadaki rolü ile sağlık dışındaki tüm işler bakımından da en önemli unsur haline geliyor. Bu katman olmasa (ya da fantezi yapalım: bu iş için ücret pazarlığı yapsa!), yani, bu işin bütünlüğü aksasa, tüm öteki alanlarda ne olur? Hesaplayalım mı?
Bugün görebiliyoruz ki, bu kolektif çaba Cumhuriyetin sağlık örgütlenmesinin küllerinden doğdu. Özünde, piyasalaştırılan, lüksleştirilerek çeşitli kategorilere ayrılan ve her biri para ile satılan-satın alınan ‘markalı sağlık ürünleri ekonomisi’nden farklı bir şey var: Topluca adanma. Yani, sağlık çalışmasının gerçek özü… Salgın bize bunu gösterdi, hatırlattı. Yeniden düşünmemiz için kapı açtı.
Şimdi soruya gelelim. Ne öğrendik? Neyi anladık? Bugünün yaşanan tarihinden gelecek için bilgi filizleniyor mu? En başta, bugünü yapan kendi değerinin nasıl her şeyin kilidi olduğunu düşünüyor mu? Özellikle, son yirmi yılda sağlığı da paraya çeviren ‘reel kapitalizm’ toplumda asgari ücretlilerin omuzlarında yükselmişti (ve asgari ücretliler bugünkü gibi bir senaryoda ‘kurtarıcı’ olmak için hiçbir taahhütte bulunmamışlardı! İktisatçı diliyle şaka yaparsak, ‘future market’leri yoktu!).
Salgın sona erecek ya da küllenecektir. Yaşananlar, işin özü olan emekten soyutlayıp geçici ve istisnai bir vaka mı sayılacak? “Geçti, bitti” ile sağlığı yine ‘pahalı’ parçalarını ayırıp, iş âlemine bırakmak, ‘sıradan’ olanları bürokratik ve siyasal kontrol altına almakla mı devam edilecek? Sanıyorum, sağlık emekçileri son üç ayda bunu ciddi biçimde düşünmeye başlamışlardır. Sağlık emekçileri derken, en çok salgınla yaratılan kolektif çabanın içindekileri, ‘sağlık piyasası’nda söz konusu olmayacak, canını tehlikeye atarak çalışanları kastediyorum. Acaba (bugün için gerçekçi olmasa da, yarın kurulması kaçınılmaz olan) herkesi kapsayan, bağımsızlığı güvenceye alınmış ve plana dayanan bir Halk Sağlığı Sistemi kurmak onların düşüncelerini şekillendirmeye başlıyor mu? Refik Saydam-Nusret Fişek çizgisini, yapısını, anlayışını esas alan ve geliştiren işlek bir sistem. Toplumsal sağlık için kendi üretimini ve toplumsal dağıtımını yapabilen bir sistem. Bekleyelim.
İnsanın yaşama hakkı, ‘haklar’ sıralamasında en başta geliyorsa, bunun gereği ne ise onu gerçekleştirmek de herhalde kapitalizmin kadrolarının değil, emekçilerin toplumsal görev hanesine, en başa yazılmalı.
İkinci dikkat çekici nokta bilim… Son üç ayda (Mart, Nisan, Mayıs) ilginç bir şey yaşamaya başladık: Virüs hepimizi bilimin kucağına attı. Bu sadece sağlıkla sınırlı bir değişiklik değil. Yaşama hakkı üzerine kendiliğinden kurgulanan bir gündem, halka zorunlu sağlık bilgisi üzerinden yeni bir düşünce yöntemi önermiş oluyor: Yaşamak istiyor musunuz, artık bilimsel düşünmek zorundasınız! Anlayana, anlamayana bunu söylüyor. Yaşama hakkı esas olunca bütün öteki söylemler (siyasal tehditler, kurusıkı atışmalar, bürokratik kuru sözler, hurafe bombardımanları, süslü medya yayınları, vs.) geçerliliğini yitiriyor. Bomboş hale geliyor ve sıfırlanıyor.
Kısacası, öyle bir gündem ki, halk bilimle tanışmaya davet ediliyor. Çünkü virüs gündemi her şeyi silip, bunu zorunlu kılıyor. Sanki “Merak et!” diyor (Merak etmek bilimsel düşüncenin ilk adımıdır.). Virüs gündemi halka ilk kez bilimin tek yol gösterici olduğunu düşünme kapısını açıyor. Halk merak etmeye başlıyor diyebiliriz. Bunu henüz bilmiyoruz. Ancak halkın, kendilerinin yaşama hakkını koruyan ‘yegâne merci’nin bilim olduğunu gördüğünü, görmeye devam edeceğini söyleyebiliriz. Eğer “halk bilim için ne düşünüyor?” diye sorar ve yanıtını (büyük hayal kırıklığı ile) “hiçbir şey!” olarak alırsak, yeniden sorabilmek için gelecek salgınlara kadar beklemek gerekir. Böyle olduğunu sanmıyorum. Yaşadığımız insan merkezli krizin yeni bir düşünce kapasitesi yaratacak etkilere sahip olduğunun işaretlerini göreceğiz.
Halkın bilimsel bir düşünce zincirinin önemini kavramasında ve yaşamına buna göre şekil vermeye başlamasında odak noktası bilim insanlarına aittir. Kılavuz onlar olacaktır. Bilimin yüzlerce yıllık geçmişinde birikim kazanması ve böylece kendi gelişme yolunu kendisinin açması mücadelesiz olmadı. Bilim insanlarının bir bölümü ödün vermeksizin bilimi ve tarihi hızlandırırken, aynı zamanlarda yaşayan bir bölümü günün siyasal sahiplerine el pençe divan duruyorlardı. (Bilim tarihçileri, 18. yüzyıl sonlarında Fransa’ya büyükelçi olarak giden Amerikalı bilim insanı Benjamin Franklin’in ödünsüz tutumu ile oradaki bilim çevresinin feodalite karşısında boynunun eğikliğini, bu çarpıcı tabloyu benden daha iyi bilecek, hatırlayacaklardır.).
SORU: Söyledikleriniz bizi şöyle bir noktaya mı getiriyor: İnsanlığın gelişme serüveninde bilim önde koşmaya mecburdur. Bu koşuda siyaset onun önüne çıkar, durdurmaya çalışır. Feodalizmde ve kapitalizmde bunu tipik olarak görüyoruz. Böyle midir? 20. yüzyıldan 21.’ye geçerken bir değişiklik var mı?
Günümüzde hoşgörüsüzlüğün siyasette egemen olduğu bir ülkedeyiz. Bilim çevrelerinde çoğunluğun hoşgörüsüzlük karşısındaki ürkekliği sürpriz değildir. Buraya, 1980’den hemen sonra, bilimin ocağı olan üniversitelere adeta bir genel ‘kayyım sistemi’ gibi getirilen YÖK’le, bunun git gide sıkıştırılan mengeneleriyle varıldı. 18. ve 19. yüzyıllar nasıl bilimin 20. yüzyılda kendi kendini geliştiren bir ‘momentum’a erişmesini hazırlayan uzun zaman boyutu olmuşsa, bizde de buna kıyasla çok kısa bir süre olan 1960’lar ve 1970’ler yaşandı. O yıllarda üniversiteler, Cumhuriyet’in bilimi önemseme, geliştirme adımını devraldılar ve bilimde atılım için kendi kendilerini gelişme yerleştirecek bir momentuma yöneldiler. Bu, yeni bir bilimsel kimliğe kavuşma döneminin hazırlık süresi sayılabilir. Ancak, bunu, başka bir gündem için hazırlanmakta olan ‘sermaye rejimi’ hoş göremezdi. 1980 darbesi hiç zaman yitirmeden emekçilere ve gençliğe ve bunun yanı sıra bilime de ağır darbesini vurdu, siyasete egemen olacak ‘güce tabi bilim’ dönemini açtı. Tabiiyet (eski terimi özellikle kullanmak lazım) siyaset topluluğunun son 40 yılında geçirdiği ‘mutasyonlar’la uyumlu olarak sürdü, sürüyor. Bunlara girmeyelim, uzar.
Burada şunu gözden kaçırmamak gerek: YÖK rejiminden sonra, Türkiye’nin sermaye çevreleri maddi destek sıkıntısı söz konusu olmayan ‘üniversite adacıkları’ kurmaya başladı. Siyasal iktidarlar ise, çoğunluğu bir orta öğretim disipliniyle uyumlu ve sayıları artan (istisnaları bilimsel varlık kazanabilen) taşra üniversiteleri açma yolunu tuttu. 1980’den önceki yılların az sayıdaki belli başlı üniversiteleri ise git gide daralan kaynaklarla bir bilimsel varlık mücadelesi verdiler. Zor bir mücadele… Özellikle tıp kadroları (hep artan hasta yükünü de düşünürsek) ağır yük üstlendiler, eleman kaybettiler, binalarından ve donanımlarından oldular ve herhalde bilimin temeli olan araştırmalara ve uluslararası bağlantılara vakit bulmakta zorlandılar, yetişemediler. Kısacası üç kol ortaya çıktı. Ve bu üç kol bir bilimsel çatı altında toparlanması zor olan, hatta aynı bilim dilini konuştukları da sorgulanabilecek, çok parçalı bir akademik inşaat haline geldi.
Oysa 20. yüzyılda, hele yüzyılın ikinci yarısında bilim dünyası artık tek tek ayrı kulvarlarda ilerleyen bir profil değil, birbiriyle aynı bilim dilini konuşup geliştirerek, bilgi ve yöntem alışverişi yaparak çoğalan ve çoğaldıkça bütünleşen bir büyük, topyekûn nitelik kazanmaya doğru ilerledi. Bu topyekûn nitelik içinde kendine bilimde stratejik ilerleme yolları buldu, kendini organize etti. 21. yüzyılı 20. yüzyıl sona ermeden algıladı ve yeni yüzyıla insanın entelektüel kapasitesini, duygu ve düşünce boyutlarını etkileyerek damga vuracak en önemli ‘sakin güç’ olarak hızlandı. Böyle bir tabloyu bizim ‘akademik inşaat’ımızda çalışmak zorunda bulunan bilim insanlarımız, eminim ki görüyorlar ve üzerinde kara kara düşünüyorlar. Çünkü bu ‘inşaat’ altında, dünya bilimi ile aramızdaki farklılıklar büyüyor. Büyüdükçe çok yönlü handikaplar yaratıyor. Bunlara girmeyelim. Üzerinde duracağımız şey, virüs gündemi ile ortaya çıkan manzara bilim insanlarımıza ne söylüyor? “Halka ne söylüyor?”un öteki yüzü.
Şu soru üzerinde düşünelim: “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, her şey değişecek!” dileğini bilim dünyamızda temellendirebiliyor muyuz? Bilim insanlarımız (kendilerini dünya biliminin parçası olarak) ülkeyi 21. yüzyıla taşıma zorunluluğunun, misyonunun sahibi olarak görüyorlar mı? ‘Evet’ ise, bunu 21. yüzyılı algılamamış siyaset topluluğuna tabi olmakla bağdaştırabilecekler mi? Virüs gündemi, bilim insanları ile siyasal karar sahipleri arasında kavrayış, akıl yürütme, bilimin gereklerine uyma ve bilgi akışında saydamlık ve güvenilirlik gibi vazgeçilemeyecek temellerdeki ciddi farkları sergileyen çarpıcı örnek oldu. Bırakalım siyaset dilinde yapılan saptamaları, bilim insanlarımız kendi düzeylerinde, kendi kavramları ile düşünerek bu yaşanan örnekten bilimin görevleri için yeni dersler çıkarıyorlar mı?
Bilimi siyasal otoritenin anlayış tarzına ve derecesine terk eden ve bunun kontrolü için özel, kalıcı bir bürokrasi (YÖK) inşa eden 1980 darbesinden kırk yıl sonra, virüs gündemi tüm çevreleri şaşırtan kendine özgü ‘darbe’siyle ülkede, bilime yeniden bir düşünme kapısı açıyor. 21. yüzyılı hızlandırmaya başlayan, uluslararası araştırma ve görüş alışverişiyle ilerleyen bilimin yüksek kapasiteli ufkuna bakınca bu bürokratik kabuklaşmanın nasıl bir fren mekanizması olduğunu bilim insanlarımız şimdi değerlendirebilecekler mi? 20. yüzyılın dünyasında siyasetçiler bilimsel düşünce ile tanışmışlardı. Bilim insanlarımız bundan yoksun kalan bir ülke manzarasının ne demek olduğunu en iyi tartacak olanlar değiller mi? “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak!” dileğinin içi dolu mu, boş mu diye sormak için çalınacak ilk kapı biliminki olduğu için, bu sorular sorulur. Ve bunlara daha birçok soru eklenir.
Bir salgının bilimsel düşünmeye muhtaç zamanın kapısını açan rolü, belki de, en çarpıcı örneğiyle ülkemizde yaşanmış. Yeni okuduğum (The Guardian, Carola Hoyos, 5 Mayıs 2020) bir yazının kahramanını adıyla tanıyoruz. Ancak nitelikleri ve bilimi hareketlendirici, sosyalleşmenin önünü açıcı rolüyle öğrenmeliyiz: Florence Nightingale. İngiliz kapitalizminin emperyalizm olmaya doğru yöneldiği çağda, 1854’te (34 yaşında) Kırım Savaşı’ndan Üsküdar’a gelip, küçük ekibiyle nasıl bir hastane kurduğunu, burada hijyeni yarattığını biliyoruz. Çoğumuzun (benim de) bilmediği birkaç yönü var. Birincisi, sağlam karakteri ve şaşmaz doğruluk duygusu. Can kayıplarını “o sayılmaz, bu sayılmaz!” diye örtmeye çalışan günün resmi çevrelerine yönelttiği çarpıcı eleştirilerde “Bari hiç can kaybı yok deyin!” diyor. Ve ekliyor: “Kırım’da orduyu yıkıma uğratan üç şey cehalet, kapasitesizlik ve işe yaramaz yöneticilerdir!”. İkincisi, belki de varlıklı bir ailenin kızı olarak aldığı eğitimin açtığı yolda matematiğe, özellikle istatistiğe adeta aşkla bağlı oluşu. Bilim insanı oluşu… Üsküdar’da sürekli bilgi toplayarak istatistikler yapması, grafikler çizmesi ve dünyada günün önemli istatistikçileri arasında yer alması. Kendi ‘big data’sını sorunları çözmek, tahminler yapmak için kullanması. Böylece, 1858’de, Royal Statistical Society’nin ilk kadın üyesi olması. Üçüncüsü ki, birinci ile ikincinin doğal ürünü sayabiliriz, sağlıkta sosyalleşmenin ilk adımlarını atan kişi kimliği. İngiltere’nin 1945’ten sonra kuracağı National Health Service’in (NHS) ilk ilham perisi oluşu. Nightingale’i benden fazla tanıdıklarını bilerek, bilimselliği, onurlu mücadeleciliği, şaşmaz doğruculuğu, yapıcılığı ve toplumsalcılığı ile kendisini bu salgın günlerinde bilim insanlarımıza hatırlatmak istedim. Belki de, her şeyden önce medeni cesareti ile…
SORU: Bilimden ekonomiye geçebilir miyiz? Türkiye ekonomisinin yapısı bizi krize açık mı tutuyor? Krize düşmeksizin ilerlemek mümkün değil mi? Kriz kaderimiz mi? Yoksa ekonomi kötü yönetiliyor da her şey bundan mı ibaret?
Türkiye ekonomisi üzerine fazla ayrıntıya girmeden konuşmaya çalışalım. Girersek çıkamayız. Sadeleştirelim. Her organizma ihtiyaçlarını bulduğu, aradığı, yarattığı kaynaklara göre düzenler. Ekonomiye de buradan bakarsak birçok şeyi kolay görebiliriz. 1980’den itibaren Türkiye kapitalizmine bir ihtiyaçlar listesi ve buna göre şekillenecek bir yaşama formu verildi. Kim verdi? Dünya sermayesi. O, küreselleşmenin damar sistemini oluşturmaya başlıyordu. Türkiye’yi de bir ‘yavru kapitalist’ olabilmesi için bu damar sistemine alacaktı. Ve aldı.
İhtiyaç listesine dikkat edelim. Dünya sermayesi, elbette ‘yerli’ sermayeden kabul görerek, listeye uyulmasını istiyordu. Bunlar temel taşlardı. Uyuldu. Listede neler var? Sırasıyla bakalım… Önce, (1) ucuz ve bol emek var. Emek sendikasızlaşacak, toplu sözleşmesiz, grevsiz olacak. Geriye bir takım ‘çalışma hakları’ kalmış olursa, onlar da budanacak. Ücret düzeyi (ortalama) asgari ücrete göre ve olabildiği ölçüde düşük olacak. Ücretler ve emek gelirleri TL ile ödenecek. Zaman içinde reel olarak düşecek. Kısacası, emek ucuz olacak. İkincisi, (2) ekonomi yavaş yavaş dolarizasyona alışacak, alışırken bununla (sadece bununla) işlemeyi öğrenecek. ‘Para birimi’ konuşulurken, işe, kara çevrilirken hesaplar dolarla yapılacak. Bu zaman içinde tüm işlemlerin yüzde yüzüne doğru genişletilecek. Dolar Türk sermayesi için temel ihtiyaç olacak. Bundan geri dönüş olmayacak. Üçüncüsü, (3) dolarizasyon (dolarlaşma) sürekli borçlanma ile beslenecek. Dolar ve borçlanma birbirini besleyecek. Dördüncüsü, (4) ilk üç ihtiyaçla uyumlu, ithalata dayalı bir üretim profili ekonominin yapısını oluşturacak. Hizmetler ve inşaat öncelikli olacak. Bu profil için gerekli ve yeterli orta derecede bilgili, orta ve düşük nitelikli bir çalışanlar profili ekonominin ve toplumun insan yapısını oluşturacak. Bunlar dünya sermayesinin mesajlarını anlamayı bilecekler. Bundan fazlasını bilmeleri, öğrenmeleri gereksiz olacak. Ve beşincisi, (5) ilk dört ‘temel ihtiyacı’ bir arada kenetleyecek, olgunlaştıracak ve bu sayede yoktan var olup sürekli siyasal iktidarı oluşturacak yeni/eski sermaye sınıfı katmanları bu ihtiyaçlar listesinin sahibi olacak. Medya ve ‘yeni akademi’ ihtiyaçların olgunlaşmasında ve iktidarın buna göre oluşmasında bütünleştirici rol üstlenecekler. Yeni kadrolar bu bütünlük içinde ortaya çıkacak. Özetle böyle…
Sermayenin ihtiyaçlar listesinin hemen hemen kırk yıllık bir süreç içinde bir model halini aldığını yaşadık. Modelin dünya sermayesinin damar sistemi içinde yerine oturması ve işleklik kazanması için iki temel koşul söz konusu olmalıydı. Biri pratik, öteki teorik… Birincisi (pratik), Cumhuriyet’le başlamış ve bir model halinde oluşmuş, işlemiş, kendini geliştirmiş hemen tüm yapıların tasfiyesi. Tasfiye, kendi sloganlarını da bularak (“Son sosyalist devleti tasfiye ettik!” 1994-95; “Sümerbank’ı tarihe gömeceğiz. Babalar gibi satacağız!” 2005) büyük ölçüde, son yirmi yılda hızlandırılarak yapıldı. İkinci temel koşul (teorik) ise böyle bir modelin aksamaması, işleyebilmesi için ekonominin sürekli olarak ciddi ve hacmi azalmayan bir döviz ($) rezervine sahip olması gerekirdi. “Gerekirdi” deyişim modelin yandaşlarının inancını (bir bölümünün yanılgısını) yansıtmak içindir. Çünkü ciddi hacimde ve azalmayan bir döviz ($) rezervi, gerçekte (pratikte) modelin işleyiş mantığı ile tersti. Ve öyle oldu.
Niçin tersti? İhtiyaç listesinin ilk sahibi olarak, modelin 1980‘li yıllarda tapusunda kayıtlı zat, o zamanlar şöyle bir söz söylemişti: “Türkiye’yi bir trading nation yapacağım!” (Konuşmalara İngilizce sözcükler serpiştirmenin moda olmaya başladığı yıllardı.). Trading nation, yani, dünya ticaretini arkasına alarak gelişen ülke ya da ulus. Terim, iktisat metinlerinde 19. yüzyıl İngiltere’si için icat edilmişti. Yani, hem Birinci Sanayi Devrimi’nin, hem de dünya finans sermayesini yöneten City of London’ın sahibi ve bu ikisinin sihirli rüzgârını ve İngiliz emperyalizminin sopası olan donanmayı arkasına alarak dünyayı ticarette haraca kesme döneminin ağası İngiltere (daha önce Hollanda’nın erişemediği bir yüksek aşama).
Her heves yerini bulsa dünya bir başka olurdu. Ama olmuyor. 1980’lerin Türkiye’si dış ticaretten döviz kazanabilecek bir ülke donanımında değildi. İhracatı öğrenmeye ihtiyaç vardı. Ama ihracat öncelikle sanayide birikim ve iddia sahibi olarak ve dünyayı tanıyarak öğrenilebilen bir iş idi. Ve bunun da Türkiye gerçeğinde bir bedeli vardı: İhracatçı olacağım derken büyük ithalatçı oluvermek! 1980’lerden başlayarak olan şey budur. Ve Türkiye sanayide ikinci ligde oynarken “ihracatçı olup döviz kazanacağız” başlığı altında gitgide “ithalatçı olup döviz borçlanacağız” yoluna, bu model içinde, geri dönüşü söz konusu olmayacak biçimde giriverdi. Modelin gerçek mantığına uygun olan şey bu idi. Ve yıllarca birçok meslektaşımız ‘altın boynuz’ misali bir ‘rekabetçi kur’ arayıp durdular. Öyle bir döviz kuru ki, bize ebediyen döviz kazandıracak, ‘trading nation’ rotasına oturtacak! Kırk yıldır altın bulunamadı! Kısacası, yaşadığımız kırk yıllık model başlangıçta bu masal üzerine oturtuldu. Ve dış ticaret ve cari işlem açıkları büyüdü. Ekonomiyi yönetenler bu oyunun ancak rezerv biriktirmekle oynanabileceği üzerinde hiç durmadılar, duramadılar. (Hatırlatma: Yoksul Cumhuriyet 1930’dan 1950’ye kadar rezerv sahibi idi!)
Büyüyen açıklar (ve gelişen ithalatçılık) döviz sorununu büyüttükçe IMF ile can ciğer olma yıllarımız başladı: 1980’ler ve 1990’lar… Türkiye’nin bugünkü noktaya gelmesinde IMF’nin tarihi rolü oldu. Yirmi yıllık sürede şu saptamayı yapması gerekiyordu ve yaptı. Bunu 2000’in başlarında dünya sermayesine sundu: Türkiye, ‘borçlanma ve borç ödeme görevi’ni yapabilen bir ülke olmuştur! Yani, ehlileşmiştir! Bu, dünya finans sermayesi için önemli, çift dikişli bilgiydi. Ve Türkiye 2000’lerin başlarından itibaren, küreselleşmenin damar sistemi içinde gitgide daha çok borçlanma, ekonomisini daha çok borçlanarak çalıştırma aşamasına erişti. Daha çok borçlanma, daha çok dolarizasyon demek oluyor, ekonomi böylece artan ithalatın desteğinde birkaç yıl üst üste yüksek büyüme hızları kazanıyordu. Artık IMF’ye gerek yoktu. Müşteri olunacak yer finans piyasalarıydı. Oralardan borçlanacaktık. Amerika’nın dünyaya daha önce yapılmamış şekilde dolar bastığı, küreselleşmenin dünyada yükselen borç oranlarıyla yaygınlaştığı yıllardı. Türkiye’de de yeni/eski sermaye katmanlarının bu senaryoyu okuyarak yeni bir siyasal iktidar için tarihi görevlerine başladıkları yıllardı. Şunu eklemek gerekir: Modelin bütünlüğü için bekçilik yapacak bir siyasal iktidar yeterli değildi. Siyaset topluluğunun da bütünlük içinde buna göre ciddi değişim geçirmesi gerekiyordu. O da oldu.
Modelin püf noktası sürekli borçlanma ve sürekli borç çevirebilmektir. Artık ‘açıklar kadar borçlanma’ aşaması çok geride kalmıştır. Ekonominin çarkları gitgide daha çok dolarizasyon ile çevrilebildiği için, bundan sonra mesele burada düğümlenecektir. Gelinen nokta budur ve modelin bütünlüğü içinde, paranın ve mal ve hizmet yönetiminin ağırlık merkezi burada oluşmaktadır. Modelin konuşma dili ‘piyasa’cılık olduğu için, şunu görürüz, paranın ve malların fiyatları piyasalarda bu mecburiyete göre ayarlanır.
Malların (ve ithal bağımlılığı yüksek olan hizmetlerin) fiyatları dolar ($) ile belirlenir. Modelin bam teli ise dövizin ($) fiyatı, yani, döviz kurudur. Çünkü üretim kararlarının ithalata bağlı olarak alınabildiği, ithalatın da dünya sermayesinden borçlanarak yapılabildiği bir ekonomide ithalatın ve kredinin (borçlanmanın) ‘fiyatı’ (yani bizim için ‘maliyeti’) dünya piyasalarınca belirlenir. Bizim burada bir söz hakkımız, ya da pazarlık şansımız yoktur. Buna, model kendi çizgisinde geliştikçe, borç çevirmenin ‘fiyatı’nı da ekleyeceğiz. Kısacası, Türkiye’nin ‘yavru kapitalizmi’ni dünya kapitalizmine yapıştıran göbek bağı döviz kurunda ifadesini buluyor. Ve dalga dalga ekonomimizde bugünün ve yarının tüm fiyatlarını belirleyen anahtar oluyor.
YARIN: Prof. Dr. Bilsay Kuruç: Koronavirüs sonrası ekonomi ve düzen – 3