Tülin Tankut yazdı: Minneapolis eylemlerinin düşündürdükleri
İsyanların iletisi kapitalist sistemedir; çoğu geçim derdi çeken, yoksullukla boğuşan dahası gelecek umudunu yitirmiş insanlardır. (İşsizlik yüzde 40’lara varmış.) Kendilerinden daha fazlası beklenebilir mi?
Tülin Tankut
Toplama kamplarında tutuklu, hukuk sisteminin dışında bırakılmıştır. Eşyaları elinden alınmış, bedensel var oluşa indirgenmiş, tek tip giysi uygulamasıyla “insan” olarak varoluşu yok edilip bir araca dönüştürülmesi hedeflenmiş, onuru yok edilmeye çalışılmıştır. Ondan beklenen yalnızca itaattir.
Sanılır ki, insan üzerinde kurulacak tahakkümün doruk noktası bu kamplarda yaşanmıştır. Ancak en son ABD’de, Minneapolis’te beyaz bir polisin yine üç beyaz meslektaşının gözleri önünde siyah bir şüpheliyi boğarak öldürdüğüne tanık olduk.
Olaya kimsenin müdahale etmemesiyse, Hitler’in önlenemez yükselişine karşı halkın ve bunu Almanya’nın iç sorunu sanma gafletinde bulunan dış dünyayı akla getiriyordu. Üstelik beyaz polisin güç ve zulüm gösterisi, “çokkültürlülük”le övünen çağdaş toplumda, kamuya açık bir alanda gerçekleşti.
Gözler küresel bir hukuk arıyordu; bağımsız bir mahkeme…
Video kaydedilince kıyamet koptu, olaylar ülkenin çeşitli eyaletlerine sıçradı. Buna “ırkçı cinayet” diyenler haksız mıydı? Siyahlara yönelik bu olaylar ne ilktir ne de son olacağa benzer. Genellikle de suçlar cezasız kalıyor. Katilin fütursuzluğundan da belli değil mi? Arkası sağlam! Kendisini yetiştirenler eserleriyle ne kadar övünseler az! Önyargılı, ırkçı, baskıcı, bireysel ahlaki değerleri umursamayıp emir kulu olmaya teşne biri daha… Ancak güvenlik güçlerinin arkasındaki güce ilişkin iddialar da ortalığı karıştırmaya başladı. Trump hükümeti, icraatından ötürü ırkçılıkla suçlanıyor. Ülkede koronovirüsten en çok zarar gören ve can kaybı verenlerin siyahlar ve hispanikler olduğu açık açık konuşuluyor. Uzun söze gerek yok, ırkçılığın somut kanıtlarından biri Meksika sınırına dikilen duvar…
Trump hükümeti gider mi? Gitse durum değişecek mi? Obama döneminde ırkçılık bitti mi?
Neoliberalizmle birlikte başını ABD’nin çektiği küresel güçler, kimlik politikalarını kullanarak, demokrasi ve özgürlük vaatleriyle, ‘çokkültürlülük’ü politik bir girişim olarak- resmi çokkültürcülük- dünya gündemine oturttular.
Küresel medya ellerinde olduğundan, küreselleşmenin ikiyüzlülüğünü büyük ölçüde gizleyebiliyorlardı. Sözgelimi Batılının iş gezilerinde, özellikle Batılı olmayan ülkelere gidildiğinde, iş bağlanacağı için ülkenin tarihi, turistik yerleri ,kültürü övülüyordu. Öyle ki, silah satılsın diye yerel dansları yapmaktan bile gocunmayan başkanlar gördük! Öte yandan turizmcilik ve reklamcılık devreye sokulmuştu. Seyahat edilen ülkenin mutfak lezzetleri, otantikliği, egzotikliği, dahası kızların güzelliği, -seks turizmine davet- göklere çıkarılıyordu. Bütün bunlar kapitalizmin sömürü ve baskıcı iktidarını örtmeye yarıyordu. Gerçekte batılı olmayan kesim, “farklı ve ikinci sınıf” olarak belirlenmiştir. Yalnızca çıkarlar önemsendiğinden ülkelerde yaşanan ekonomik, toplumsal , siyasal haklarla ilgili sorunlar görmezden geliniyordu. Bizden somut bir örnek: Almanların döner sevmesi, Alman toplumunun çok kültürlü bir toplum olduğunu göstermez.
Minneapolis’teki olayın bir kez daha gözler önüne serdiği gibi, siyahların da spor müsabakaları, caz festivalleri gibi etkinlikleri dışında ABD yurttaş olduğu akla gelmiyor.
Yasal eşitlik sağlanmış, haklardan eşit olarak yararlanamadıktan sonra? Siyahlara yönelik baskılar gerçek yaşamda ortadan kalkmıyor. Olaydan sonra aynı muamele sürdürülüyor. Irkçılık ABD toplumuna kök salmış. Siyahların tarihi, ırkçılığa karşı verdikleri mücadelenin tarihidir.
Peki, tepki yalnızca ırkçılığa karşı mı?
Artık Batının çokkültürcülük maskesi düştü. Liberallerin “Hoşgörü” şiarı işe yaramıyor. Dünyada genel bir uyanışın başladığı sinyallerini alıyoruz. Çokkültürlülüğün yeni bir ırkçı söylem olduğu savunusu açıktan açığa yapılıyor. Ancak Minneapolis’deki haksızlığa karşı yükselen öfke, neoliberalizmle olan bağı fark edilmezse, salt mağdur konumundan hak arayan konumuna geçiş olarak kalmaya yazgılıdır. Kitlelerin siyasi yönden etkisiz hale getirilmiş olduğu gerçeği bunda kayda değer bir etkendir. İsyanların iletisi kapitalist sistemedir; çoğu geçim derdi çeken, yoksullukla boğuşan dahası gelecek umudunu yitirmiş insanlardır. (İşsizlik yüzde 40’lara varmış.) Kendilerinden daha fazlası beklenebilir mi?
Asıl soru: Bugünlere nasıl gelindi? Neoliberal politikalarla sınıf temelli kimlikler yerinden edilmeye çalışılarak kültürel kimlikler öne çıkarıldı. Sınıfın görünmezliği, sistemin baskısını artırmakta rol oynuyordu. Politik karşıtlıkların ırk, etnisite, dil, din, mezhep v.b. kimlikler üzerinden oluşmasının toplumlara nasıl felaket getirdiğine sıklıkla tanık oluyoruz. (Hele köktendincilerin kendinden olmayanı, farklılığı asla tanımadığı ve ona karşı şiddetin en ağırına baş vurduğu düşünülecek olursa.) Denilebilir ki, toplumsal muhalefet de yeni koşullara uyarlanıyor. Başka mağduriyet biçimleri yaşayanlarla – sınıf, etnisite, cinsiyetçilik, cinsel yönelim vb.- dayanışma önemlidir. Ancak, kültürel kimliklerin temsiliyet özelliği yoktur; dolayısıyla toplumsal değişim için yapılacak ortak bir eyleme genel bir temel sunamayacağı açıktır.
Öte yandan toplumu kutuplaştırma, dünya genelinde yönetimlerin bir iktidar aracına dönüştü. Geçmişte de vardı, günümüzde keskinleşti. (Biz de “ötekileri olan bir toplumuz, dikkatli olmak gerek) Gelişen teknolojik yenilikler güçlerini daha da pekiştirecektir.
İsyan hareketleri dönüştürücü, sahiplenici olmalı; sistemin değirmenine su taşımaya değil “toplumsal değişim”e yönelik olmalı kanımca.