Tülin Tankut yazdı: 'Sevgililer Günü'nde aşka dair
Artık mutluluğun özgürlükle bir ilintisi olduğu düşüncesi zihinlere yerleşmeye başladı; bu aşk için de geçerli. Kendi kendine yeten, bağımsız, aşk karşısında kendini bırakmayan tersine, eşitliğe evrilecek aşk için mücadele veren nice kadın var. Toplumsal cinsiyet ayrımcılığından rahatsızlık duyan erkeklerin sayısı da artıyor.
Tülin Tankut
Aşk için denir ki: “Bilincin egemenliğini sarsar”; o yüzden nedensizdir; insan olmadık kişilere aşık olabilir; aşkın kişi üzerindeki gücü korkutucudur.
Peki ya günümüzde? Aşkı, acı çekme – çektirme ekseninde yaşayanların; bunun boyutlarını öç almaya kadar vardıranların sayısı azalıyor mu?
Kuşkusuz, içgüdülerimize teslim olduğumuzda içine düştüğümüz durumdan utanç duyarız. Çünkü bu bizim gerçek durumumuz değildir. Bizi toplumsal varlık yapan, utandırmayan toplumsal özelliklerimiz, toplumla uyumlu davranışlarımızdır. Toplumsal uyumdan kopan benliğimiz, insani değerlerinden de uzaklaşmıştır. Dolayısıyla aşkın aşık’ı kuşattığında benlik, eskisi gibi kalamaz. Aşıklar, birbirlerini tümüyle ele geçiremediklerinde, kendilerini güçsüz hissederler.
Aynı koşullar, kişiler üzerinde farklı etkiler bırakabilir. Örneğin aşk öylesine güçlü olabiliyor ki, hayaliyle bir ömür geçirilebiliyor. Ya da günümüzde bir bilim insanına, ‘sizce beynin aşka ihtiyacı var mı’, diye sorsak belki de, aşkın sağladığı dopamin’i (mutluluk hormonu), yaptığı başarılı çalışmalarının da kendisine sağlayabildiğini söyleyecektir.
Aşk konusunda çevre önemli bir etmendir. Örneğin, birlikte yaşayan sevgili ya da evli çiftler, vardiyalı çalışıyorlarsa ya da buna benzer engellerle karşılaşıyorlarsa nasıl aşk tazeleyeceklerdir? Birbirleriyle mesajlaşmaktan başka çareleri var mıdır? Öte yandan yerli filmlerin “fakir kız zengin oğlan” ya da tam tersi izleği bildiğimize göre, burada aşkta sınıfsal farklılığın rolü konusuna girerek sözü uzatmaya gerek yok.
Günümüzde ekonomik krizin yarattığı güvensizlikse insanları tedirginleştirdi; yaşamın tüm alanlarında birbirleriyle yakın ilişkiye girmekten korkar hale getirdi. Aşktan korkanlar, “benimle param için mi birlikte oluyor”, kaygısı taşıyorlar.
Oysa yaşanabilir bir dünya, güvenilir insanlar, herkesin özlemi değil midir? Aynı şekilde beğenilmek de herkes için bir ihtiyaçtır. Ancak, 80’li yıllardan itibaren tüketim kültürünün yükselişe geçmesiyle lüks, üretimde önemli bir yer tutmaya başladı. (Yeni modalar geniş kitleleri de cezbettiğinden,“çakma” tabiri bu dönemde çıktı.) Kadınlar arası rekabet, giyim kuşam, takı, makyaj v.b. yetmiyormuş gibi, sırf bu nedenle gerekli olmayan estetik operasyonlara bile yöneltebiliyordu kadınları. (Artık erkekler de onlardan aşağı kalmıyorlar)
Görünüşün başkaca insani özelliklerden daha revaçta olmasıysa benlikte yıpranma yaratıyor. Buna ayak uyduracak olan benliğin yeniden yapılandırılmasını gerektiriyor. İşin düşündürücü yanı; bu modalar yeni yetmeleri bile baştan çıkarıyor. Henüz duyguları gelişmemiş, aşk konusunda deneyimsiz bir yeni yetmenin reklamlarla, sosyal medyadaki iletilerle, içgüdülerinin nasıl kışkırtıldığını ve buna karşı duracak bireysel iradeyi gösterememesi yüzünden başlarına neler gelebildiğini medyada – özellikle kadın programlarında – tüm çıplaklığıyla görüyoruz.
Cinsellik ertelenebilir; ancak baskı altında tutulduğunda sonucun ne olacağı tahmin edilemez. Baskı altındaki yeni yetmenin de karşı cinsi arzulamayı, aşk sanması doğaldır. Kısa ömürlü aşklar da baskıdan kaynaklanmıyor mu? Akranıyla kaçan kaçana! On beş yaşında anneler, kız kaçırma suçuyla hapis yatan gencecik babalar! Aşkı; ekonomik, toplumsal ve psikolojik koşulların beslediğini akıl edemez kaçak aşıklar. (“İki çıplak bir hamama yakışır” demiş eskiler.)
Evlilik dışında başka bir yaşam biçimi bilmeyen, temel yaşam haklarından bile yoksun, geniş kadın kitlelerinin aşka meyletmeleriyse bizi şaşırtmıyor. Toplumsal cinsiyet kodlarının yeniden üretilmesi, kadın ve erkeğin aşka bakışını farklılaştırıyor. Kadınlar aşkla daha çok ilgileniyorlar. Aşk ideolojisi boşuna mı pompalanıyor? Ucunda evlilik var çünkü! Popüler aşk filmleri, romanları, aşk şarkıları ve tabii 14 Şubat “Sevgiler Günü” kutlamaları! Bu ve benzeri “Anneler Günü”, “Babalar Günü” gibi tüm “özel gün” kutlamaları , ekonomiye canlılık getirir. (Sevgililer çok para harcarlar!) Ama “gösteriş harcamaları”nı sorgulamak aşıkların aklına gelmez. Oysa piyasa ilişkileri sınır tanımıyor; yaşamın daha önce girmediği bölgelerine yayılıyor; sevgiyi ve aşkı bile kâra dönüştürmekte duraksamıyor. Tüketim mantığına uygun olarak aşka ömür bile biçiliyor! (2-3 yıl )
Sonuç, özellikle kadın için hüsrandır. Sevgiliden maddi – manevi beklentileri vardır ama karşılanmaz. Oysa aşkın gücüne, her sorunu çözeceğine inanmıştır. Eğitim, iş bulma, ücret, siyaset v.b. alanlarda kadın – erkek eşitliği sağlanamamışsa, aşkta eşitlik nasıl sağlanacaktır? Bunu düşünmez.
Öte yandan cinselliğin, utanç ve korkuyu çağrıştırdığı bilinir. Ama internet sayesinde artık en mahrem konular bile kamuoyu önünde tartışılıyor, tabular yıkılıyor. Doğum kontrol hapı sayesinde kadınlar, bedenleri üzerindeki kontrolü sağlama olanağına kavuştu; kadın mücadeleleriyle kürtaj hakkını elde etti. Tüp bebek gibi teknolojik buluşların, doğurganlık ve cinselliğin birbirinden ayrılmasına olanak tanımasıyla cinsellik kavramı genişledi. Cinsel hazzı üremeyle sınırlayan, heteroseksüellik dışındaki cinsellikleri, tarihsel-toplumsal sapma sayan anlayış, bilime yenik düştü. Böylelikle başkasının cinsel tercihine saygı duymayı güçleştiren zorlukları aşmanın önü açıldı.
Aşkı, kâr makinelerinin gazabından kurtarmaksa bizim elimizde. Son günlerde gençlerdeki karamsarlıktan yakınılıyor. (Milyonlarca genç! Ülkemizde yirmi milyonu öğrenci) Can sıkıntısı, tek düzelik, rutinin dışına çıkamama; cinsel dürtülere söz geçirebilmenin güçlüğü… Cinselliğine sahip çıkmakla ket vurma arasındaki çelişkinin gerilimi. Çözüm? Toplumsal eşitsizliklerin yarattığı ruhsal boşluğu doldurmaksa koşullar değişmedikçe gerçekleşmez!
Bu yüzden internetin -kötü kullanımı bir yana- iletişimi kolaylaştırmasının yanı sıra, toplumsal bilinç değişimi için de değerli bir kaynak olduğunu kabul etmek gerekir.
‘Aşk ille de bitecek , aşkta mutluluk yoktur’ türü hezeyanlar, tüketim toplumuna mahsustur. Aşkta, tabiiyet ilişkisini, eşitliğe evrilecek biçimde dönüştürmek dünyadaki tüm insanların dayanışma ve ortak çabasıyla gerçekleşebilir. Dünyanın her yerinde aşıklar politik bir dayanışma içinde tüketim kültürüne direniyorlar. Artık mutluluğun özgürlükle bir ilintisi olduğu düşüncesi zihinlere yerleşmeye başladı; bu aşk için de geçerli. Kendi kendine yeten, bağımsız, aşk karşısında kendini bırakmayan tersine, eşitliğe evrilecek aşk için mücadele veren nice kadın var. Toplumsal cinsiyet ayrımcılığından rahatsızlık duyan erkeklerin sayısı da artıyor. Yaşananlar, çiftler arasında yeni cinsel ve duygusal ilişkilerin oluşacağı sinyalini veriyor.
En iyisi sözü ozana bırakalım: “Kim demiş/ Sona ermiştir sevda/ Yeni dünya düzeninde?/ Taşlar arasında nasıl / filizleniyorsa yaşam/ yine yeşerir sevda/ tertemiz yüreklerde.” (Gülsüm Cengiz’in “Tarihsel İyimserlik”şiirinden)