Ulusal hakimiyet hakkı mutlak mıdır?
Pandemi AKP politikalarını geçici sürede perdeledi, ancak, gerçeği de gün gibi ortaya çıkardı. Bir ara sağlık sorunu ile boğuşan halkımız, devletin samimi olarak kimin yanında kimin uzağında olduğunu gördü. Bu durum, kapitalizmin olağan süreci olmakla beraber, emperyalizme savrulan bizle gibi ülkelerde çok daha ağırlaşan tabloya dönüşmektedir.
Bir ülkenin hâkimiyet hakkı, ilke olarak sınırları içinde kalan bölgedir. Bu görüş genel olarak doğrudur, ancak bu kuralın iki farklı yönde istisnaları vardır. Bu nedenle, siyasiler manevralarını yaparken, kısa dönemli ve içteki bilinçsiz yandaşlarının kulakları sağır, dimağları kör eden desteklerine kapılmadan, soğukkanlı ve küresel basiretle davranmalıdır. Bu durum Türkiye’deki elçilikler ya da mabetler vb hususlar için geçerli olduğu gibi, yurt dışındaki vatandaşların haklarının korunması amacıyla dış politika bağlamında da geçerlidir.
ABD başkanları ya da mevcut başkanı da kendi inancının küresel liderliğine oynuyor. Tarihte Alman Birliği kurulurken yürütülen politikalar da konularda günümüz politikaları için fevkalade yol gösterici ve akıl vericidir. Hiç öyle uzaklara gitmeye gerek yok, İzmir’in kurtuluşu ve Türk ordusunun İzmir’e girişi esnasında Atatürk’ün davranışı başlı başına bir insanlık dersidir. Şöyle ki, önünde yerde olan Yunan bayrağının kaldırılmasını isteyen lider, ülkesine girmiş ve yenilgiye uğratılmış olanların bayrağını çiğnemede bir beis görmeyebilirdi. O öyle düşünmedi ve cahilce davranış sergilemeyip, tarihe iz düşecek adım attı: Zira savaş başka bir ülke halkının kutsal gördüğü simgeler, binalar, dokular başkadır. Ülkeye girenle mücadele edilir fakat o ülke halkının kutsalı ile mücadele edilmez. Bunları düşünmek için insanda, hangi makamda olsa da, farklı bir felsefi derinlik, hak ve hukuk duygusu olması gerekir.
Bir ülke dâhilindeki her bölge her doku ülke hâkimiyetinde değildir. Eğer böyle düşünülüyor idi ise, ne diye Sudi Arabistan elçiliğindeki katil zanlılarının ellerini kollarını sallayarak ülkelerine girmelerine izin verilerek, ülkemizde siyasilerin ülke hâkimiyeti hakkındaki düşüncesini uluslararası düzeyde zaafa uğrattılar ki!
Demek ki, mesele dillerinden düşürmedikleri ulusal hâkimiyet hakkı falan olmayıp, tamimiyle her alanda çöken siyasette artık son kozların oynanmasıdır. Böylesi her yönü ile cehalet kokan basit çıkışların neye faydası olur, bilemiyorum ama içeride ve dışarıda ülkemize çok zararı olacağı kesin. Kudüs’ün Eski Kent bölgesindeki Mescid-i Aksa o bölgenin İsrail’e bağlanması ile Havraya çevrilseydi! Acaba, aynı cehaleti İsrail ve bölge halkı da yapar mı, sanmıyorum! Basiretli bir siyasi lider kesinlikle bu denli cehalet havuzuna batmış olamaz!
Demek ki, ulusal hâkimiyet haklarını, politik sınırlarla oluşmuş coğrafi alanda her şeyi yıkıp yapma şeklinde görmek Neron zihniyetinden farklı değildir. Hele de bu iş, en hoşgörülü olduğu ve tüm diğer dinlere, kitaplara ve peygamberlere karşı saygılı olduğu iddia edilen bir dinin sahibi olarak yapmak, işin samimiyeti bir yana, kutsal emirlerin de cahili olunduğunun açık kanıtıdır. Siyaset bu denli dincileştirilirse, yani kutsal öğreti bu denli siyasi amaçla araçsallaştırılırsa hem siyaset hem de kutsal inançlara saygısızlık yapılmış olur.
15 Temmuz günü halk tanklarla karşı karşıya getirilerek, belki de hesaplananın aksine onlarca can feda edilirken, bu durum ne Kurtuluş Savaşı’na ne Çanakkale Savaşına ne de Sakarya Savaşına hiç, ama hiç benzetilemez. Gerçek saldırı karşısında orduya yardım amacıyla babaannelerinin, anaların ve dedelerin, hem de hiçbir merkezden çağrı olmadan kağnılarla yola düşmesi doğaldır, ama 15 günlük kantin askerlerinin kurgulu kalkışına karşı güvenlik güçleri ve ordunun diğer kanadı dururken halkın tanklarla karşı karşıya getirilmesi sahneye Kurtuluş Savaşı görüntüsü kazandıramazdı, kazandırmadı da. O nedenle, Kurtuluş Savaşı’nın muzaffer komutanıdır Başkomutan rütbesini hak etmiş olan!
Bu hikâyeleri bir tarafa bırakalım ve halkımızı daha fazla rüyalara salmadan bizzat biz kendimiz yalan rüyalardan uyanalım. Artık yandaşların dahi inanmadığı işsizlik, enflasyon ya da büyüme rakamları üzerimize gerçek kâbus gibi çökmeden derlenip, toparlanalım. Pandemi AKP politikalarını geçici sürede perdeledi, ancak, gerçeği de gün gibi ortaya çıkardı. Bir ara sağlık sorunu ile boğuşan halkımız, devletin samimi olarak kimin yanında kimin uzağında olduğunu gördü. Bu durum, kapitalizmin olağan süreci olmakla beraber, emperyalizme savrulan bizle gibi ülkelerde çok daha ağırlaşan tabloya dönüşmektedir. AKP’nin anlayamadığı içiçe geçmiş iki sorun vardır. Birincisi, ekonomi geçmişten arızalı devir alınmış olmakla beraber, AKP’nin iktidara getirilişinin diyeti olarak sadakatle uyguladığı IMF-Derviş politikaları ile sanayisizleştirilirken hemen her alanda dışa bağımlı hale getirildi. Ağırlaşan dünya kapitalizmine olabildiğince piyasa hizmeti sunan ülkemizin bugün buralara gelmesi kader değil, AKP’nin IMF sadakati ve basiretsiz şekilde çıkarcı politikalara dayanarak kısa sürede oyunu yükseltmesidir. AKP’nin içinde debelendiği ikinci sorun da kurtuluş olarak gördüğü inşaat sektörüne ağırlık vermesidir. İnşaat önceleri AKP’ye alan sağladı, buna güvenerek açılan AKP, bu kez aynı politikayı can simidi olarak devreye sokamadı, sokamazdı! Şimdi de negatif faizle, ABD’de 2002 yılında patlak veren finans balonuna benzer oyuna büyük risk alarak koşan AKP her pahasına olursa olsun sandalyeden kalkmamada direnmektedir. Bu gidişin ülkeye maliyeti nedir. Umalım sonbahara doğru sadece pandemi yükselişi değil de, döviz krizi ile de karşılaşmayız. Keşke her şey duaya bağlı olsa idi, o durumda AKP kazanırdı! TÜİK üstün zekâsıyla bir de sonbahar göstergeleri hakkında tahminlerini yayınlasa da, pembe gözlükle arazinin nasıl olduğunu bir görsek.
Halkımıza ve ülkeye yazıktır! Kıdem tazminatı, işsizlik ve pandemi sürecinde yaşamları pahasına çalıştırılan emekçiler, vs konularını artık derinliğine anlamalı ve bu gidişin nereye varacağını ve bunun bir kader olmadığını görerek, siyasi kanaat ve davranışlarımızı ona göre düzenlememizin gerektiği zamanının geldiğini düşünmez miyiz!