Yönünü kaybeden hurafeye sığınır
Marks bir tabu mudur; onun her dediği ayet midir? Hayır, ama elimizde şöyle bir ölçütümüz olabilir. Neden ana akım iktisatçıları politik iktisat dönemi anlayış ve fikirlerinden günümüze dek büyük sapmalar olduğunu irdeleme ihtiyacı duymazlar ki; ne değişmiştir de üst-yapı konumundaki ekonomi bilgisi savrulmuştur?
İlkeli hedefe yürüyenler, gerekçesini dürüstçe açıklar ve taviz vermez. Taviz vermeme özelliği salt cesaretten gelmez, ilkesine olan güçlü inancından gelir. Israr dediğimiz davranış kalıbı derin inanç ve bağlılıktan kaynaklanır. Israrın altı boş değildir. Sosyalizme gönülden bağlı olanların teoriye bağlılığı salt bir tutku olmayıp, teorinin insana hizmet anlayışından kaynaklanmaktadır.
İlkeli hedefi olmayan, çıkarcı ve bencil davranışlarla savrulanlar ise gizli amaçlarını saptırılmış sahte hedefler göstererek saklarlar. Böyle davrananlar gerçeği açıklamaktan hicap duyar; çünkü kendisi de amacının insanî ve ahlaki olduğuna inanmaz. O nedenle, hiçbir gerçek olmayan, devamlı hedef değiştirir. Ne var ki, bu zavallılığı kendisine dahi itiraf edemez. O nedenle gerçeği gizler, davranışını farklı ve genellikle değişken amaçlarla perdeler. Kapitalizme çıkardan bağlı olanlar beyinlerinin en ücra köşesinde sistemin insanı ezen bir mekanizma olduğunda da fikir sahibidir. Zaten kapitalistler, tam da Thorstein Weblen’in tanımladığı şekliyle, “aylak patron” olarak havadan başkalarının haklarına el koymak amacının peşinde olarak, çıkarla bağlı olduğu sistemi koruyabilmek için, tersi davranışla, çoğu durumda 70 yıllık Sovyet deneyimini örnek alarak sosyalizmi teorik alanda çürütme cehaletini sergiler.
Bir sosyolog arkadaş, kırsal alanda yaptığı araştırmalarla Marksizmi çürüttüğünü savladı. İddiasına göre, Anadolu’nun çoğu yöresinde makineli üretime geçen insanların dini inançlarında bir değişim olmamıştır. Bu arkadaşımız hiç düşünmez mi ki, reel sosyalizmin yıkılmasında bir dizi sebebin yanında en önemlilerinden biri de “komünist insan” üretilememiş olması idi. 70 yıllık süre bir insan için dahi olağanüstü uzun olmayıp, nerede kaldı ki nesiller için değişecek kadar uzun olsun. Mesele, liberalizmi her ne gerekçe ile olursa olsun savunmaktır. Evet, sermayenin bugünkü azgınlık düzeyine ulaşmadığı Locke ya da Mill veya Smith dönemi liberalizmine diyecek yoktur. Ama o dönemlerde bugünlere gelene dek köprülerin altından çok sular aktı. Locke-Smith-Mill liberalizm anlayışı insana ve doğaya saygılı idi, azgın değildi. Bilindiği üzere, Smith, Ricardo dönemi iktisadı Marks tarafından politik iktisat olarak anılır. Onlardan sonra gelişen iktisadı ise Marks, sadece olayları anlatan totoloji ya da bayağı iktisat olarak tanımlar. Bu farkı bir düşünsek!
Marks bir tabu mudur; onun her dediği ayet midir? Hayır, ama elimizde şöyle bir ölçütümüz olabilir. Neden ana akım iktisatçıları politik iktisat dönemi anlayış ve fikirlerinden günümüze dek büyük sapmalar olduğunu irdeleme ihtiyacı duymazlar ki; ne değişmiştir de üst-yapı konumundaki ekonomi bilgisi savrulmuştur? Neden ana akım iktisatçıları elimizden kayan dünyanın nasıl bu hale geldiğine bir kez olsun eğilmez ki? Bu tür soruları daha da çeşitlendirebiliriz. Ama, buna hiç gerek yok, çünkü soruları çeşitlendirsek de çıkar yandaşları kafa karıştırıcı, paradigma değiştirici ve saptırıcı parlak zekalarıyla(!) omca gibi yerlerinden oynatılamazlar. Çünkü onlar, çıkarlarının menşeini sorgulatmak ve sonuçta paylaşımcı olmak istememekteler. Yalan ve perdeleme ile durumu idare etmeye yeltenirler.
Kapitalizm var olduğu sürece ne sürdürülebilir doğa, ne felsefi anlamda insan hakları, ne adil yönetim sistemi ne de gerçek demokratik siyasi kadro ve yönetim olabilir. Zira sistemin işleyiş mekanizmasında istismar, ezme ve sömürü yatmaktadır. Sistem kendi yönetsel kadrosunu ayakta tutabilmek için, kalplerimize hak-hukuk duygusunu yaydığını düşündüğümüz adalet mekanizmasını da elinde tutar. “Kapitalizmin Piramidi” açıkça gösteriyor ki, en altta emekçiler “sizin için çalışıyoruz” derken ürettiklerinin ufak bölümün kendileri de dâhil topluma, fakat büyük bölümünün tıksırıncaya kadar yiyen patrona gittiğini ima etmektedir. Buna karşı çıkanlar önce iki cübbeli –öğretim üyesi ve imam- tarafından telkinle ikna edilmeye çalışılır. Bu telkine uymayanlar ise öteki cübbeliye –yargıç- teslim edilir. Althusser’in anlattığı gibi, ideolojik sistemlerle yola gelmeyenler, baskı altına alınırlar. Ziya Paşa’nın veciz ifadesiyle “Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir; tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir”.
Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu, ikisi de dostum. Birisinin eşi değerli meslektaşım, diğerinin eşi ise yıllarca aynı apartmanda kapı komşumdu. Gazetecilik haber vermek değilse, nedir? Ama sistem budur; nerede özgürlükçüler, liberaller? Gazetecilik yandaşlık anlayışı ve çıkar ilişkisi ile yapılmaz. Ahlaklı liberallerin buna da itiraz etmesi gerekmez mi? Gazeteci siyasinin değil, halkın yanındadır ve halkın çıkarını gözetir ve bu yolla siyasilere mesaj vererek olabildiğince demokrasinin işletilmesine katkıda bulunur. Hizmet budur; buyursun liberaller, bakalım ne diyecekler! Yoksa günümüzde kapitalizm hırçınlaştıkça, liberalizm çıkarların korunmasında kalkan görevi mi görmektedir! Halkın çıkarı ancak doğru, hızlı ve sansürsüz habercilikle olanaklıdır. Türkiye’de engellenecek –fakat hapse tıkılacak değil!- gazeteciler varsa, onlar halka saptırılmış bilgileri servis ederek, burjuva demokrasisinin dahi vazgeçilemez temeli olan doğru karar ortamını kirletenlerdir.
Putin görüşmesinin bir şekilde gözlerden ve gönüllerden uzak tutulması ve kamuoyu dikkatinin başka yerlere çekilmesi siyasi itibar için gerekli görülebilir. O nedenle, yeni polisiye ve adli olaylar icat etmek ya da eski zıtlıkları devreye sokmak kaçınılmazdır. Putin’le yapılmış görüşmelerin Esad’la ilişkisinin merak konusu olması ve bunun kamuoyunda yayılması dahi pek istenen bir şey olmasa gerek! Ne yazık ki, yayıldı! Ne hikmetse yine aynı amaca hizmet edercesine, şu meşum kanal meselesi yeniden raftan indirildi ve pişirilmeye çalışılmaktadır. Mamafih, pişirilecek nesneler de artık suyunu çekmeye başladı. Rusya ile varılan anlaşma karşılığında Amerika’ya sempatik gözükmek de işin bir parçası olsa gerek!
Türkiye’nin şanssızlığı, içte yönetim zafiyeti ve demokrasiden uzaklaşma tutkusu yanında, şu anda yeryüzünde Sovyetler ve Kızıl Çin’in bulunmamasıdır. Sovyetler’in dağıldığı dönemde o zamanlarda yapılan ünlü Taksim toplantılarında liberallerin ve sermayedarların neşeleri semaya yayılıyordu. İş ve sermaye dünyası nasıl bu denli kısa görüşlü ve haksız kazançları üzerine kurduğu menfaatine düşkün olabiliyor ki, anlaşılır gibi değil!