Yurtdışına kaçırılan tarihi eserler
Şimdi diyeceksiniz ki bu konu nereden icap etti? Ayasofya’nın müze olmaktan çıkartılıp, camiye çevrilmesinden. Açık olarak söyleyeyim, fresklerin, mozaiklerin tahrip edilebileceği kaygısını taşıyorum. Üstelik camilerde insan sureti kullanmak dinen caiz değilken...
Yıllar önce Şadan Gökovalı rehberliğinde Bergama’yı dolaşıyorduk. “Antisite Bergama’nın dokularına işlemiştir, bu sadece ev yaparken duvarlarda antik sütun parçalarının kullanılmasıyla değil” dedi ve ekledi, “bu civarda ünlü bir ‘kelle kireci’ bulunur, tüm evlerin sıvasında vardır, ismi de heykellerin kellelerinin toz haline getirilmesinden gelir!” Sonrasında konuşma, Bergama’dan Berlin’e götürülen devasa sunağın, hiçbir zarar görmeden sergilenmesine uzandı.
Muazzez İlmiye Çığ anlatıyor: “Halep’te kazılara başlayınca Asurbanipal’ın kütüphanesi bulunuyor, kocaman bir şey. Olduğu gibi Londra’ya götürüyorlar. Bugün götürmeseler ne olacaktı? 1889’dan 1940’a kadar tabletler durmuş olduğu gibi kimse bakmamış. Halbuki adamlar almışlar götürmüşler, bunları çözmüşler, dillerini, gramerlerini yapmışlar, bir ilim meydana getirmişler.”1
Verdiğim örnekler arkeolojide korumacılığın başlayışından önceki döneme ait; günümüzde ise bulunduğu yerde korunması görüşü hâkim. Elbette bu arada sınırların değişmesi de başka bir sorun yaratıyor. Örneğin, Osmanlı sınırları içerisindeyken, Lübnan’ın Saida şehrinde bulunan 18 lahitten 11 tanesi İstanbul’a getirilmiş ve Osman Hamdi Bey’e dünya çapında ün kazandırmıştı. Lahitler bugün İstanbul Arkeoloji Müzesinin en değerli eserleri arasında gösteriliyor.
Bunları yazarken asla “bunlar bizim, bizde sergilenmeli” bakışıyla değil, doğrudan bilim açısından bakmaya çalışıyorum. Önce şunu saptayalım, arkeolojik buluntular, bilimsel anlamda işi bitmiş, salt sergilenmek için elde tutulan objeler değildir. Hem yeni bulgularla birleştirilerek yeni çalışmaların konusu olup, aynı zamanda daha önce farkına varılmamış özelliklerinin bulunması veya yeni bir bakış açısıyla değerlendirilmeleri de yeni çalışma konularıdır. Halâ British Museum kaynaklı çalışmaların yayınlanıyor olması söylediklerimin bir kanıtıdır. Ayrıca deneysel arkeoloji için de buluntuların, bulundukları yerde korunmaları neredeyse bir tür zorunluluktur. Ancak tüm bunların gerçekleştirilmesi için öncelikle buluntuların tahrip edinmeden korunmaları gerekir. Hiç korunmamalarındansa, başka bir yerde korunmuş olmaları tercih nedenidir. Yani, yok olacaklarına yurtdışına götürülsünler daha iyi.
Şimdi diyeceksiniz ki bu konu nereden icap etti? Ayasofya’nın müze olmaktan çıkartılıp, camiye çevrilmesinden. Açık olarak söyleyeyim, fresklerin, mozaiklerin tahrip edilebileceği kaygısını taşıyorum. Üstelik camilerde insan sureti kullanmak dinen caiz değilken2. “Aynı” kaygıyı başkaları da taşıyor olmalı ki, Recep Erdoğan “Ayasofya’nın korunması için bütün çalışmalar titizlikle yapılıyor”, Kültür ve Turizm Bakanı “Hiç kimsenin şüphesi olmasın ki Ayasofya Camii itina ile korunacaktır“, hatta böyle bir yetkiyi nereden aldığı belirsiz olan AKP Sözcüsü Çelik “Ayasofya’nın evrensel mirasını temsil eden ikonalar, freskler aynen korunacak. Onlar namaz saatinde ya ışık ya perde sistemiyle kapatılacak” diyor.
Bunlar beni daha da kaygılandırıyor.
Haksız da değilim, işte bir haber: “Bir dönem AKP’den milletvekili aday adayı da olan ve Sakarya Üniversitesi’nde tarih profesörü olarak görev yapan Ebubekir Sofuoğlu, İmparatoriçe Zoe için ‘Fahişe’ diyerek” Camide fahişe olur mu? İkon yani putları koruma saçmalığına son verin” dedi3.
Ayasofya’nın camiye çevrilmesinin iktidarın Cumhuriyetle hesaplaşmasının bir parçası olmasının yanı sıra, bilime verebileceği zarar da göz ardı edilmemeli diye düşünüyorum ve keşke üniversiteler bu konuya değinseler diyorum.
Sanırım çok hayal kurmaya başladım.
1Gümüşoğlu F. Cumhuriyet’te iz bırakanlar. 10. yıl kuşağı. Kaynak Yay., 2001.
2https://www.hurriyet.com.tr/gundem/ayasofyada-fresk-formulu-41538628