Bir bayram yazısı
"Üstat Marks’ın, mealen, görünenin gerçeği yansıtması geçerli olsaydı, bilime gerek kalmazdı ifadesine dayanarak, bırakalım Almanlar görüneni kıskansın, acaba bizim neyi kıskanmamız gerekir ki! Acaba hiç düşünür müyüz, hiç akıl eder miyiz!"
Bugün yükselen Çin ile ilgili geçen haftaki yazının devamını yapmak istiyordum. Ancak, bir yandan bayram tatili ortamına girmemiz, diğer yandan gelen torunumu karşılamak üzere gittiğim İstanbul Havaalanı maceramı naklederek, biraz da giderek koyulaşarak oluş(turul)an Ortadoğulaş(tırıl)an havamızı teneffüs ederek hüzünlü ya da keyifli –tercih sizin- bir bayram havası yaşayalım istedim. Hatırlarsınız, onlarca emekçinin zor şartlarda köle misali çalıştırılarak neye yetiştirilmeye çalışıldığını anlayamadığım, hemen bitişiğindeki cami ile kutsanmış yeni havaalanımızı Almanların kıskandığını, hatta öğretilmiş vatandaşlarımızın ifadeleriyle, bizzat Almanya’dan ve Avrupa’dan yeni havaalanını görmek için insanların geldiği söylenen, daha doğrusu söyletilen havaalanımıza Havaist ile vardım.
Havaist servisi güzel, konforlu. Ancak, otobüse binerken ciddi şekilde ikaz edilebileceği gibi, otobüste de sık aralıklarla iç-anons sistemi ile maske zorunluğu hatırlatılabilir. Böyle bir zorunluluk ya da etkili denetim sistemi kesinlikle olmadığı gibi, otobüste oturma düzeni de fevkalade sık ve o ünlü “maske, mesafe, hijyen” ikazına kesinlikle uygun değil. Anlayamıyorum; resmi makamlar bu ikazı süs olsun diye mi yapıyor? Otobüste oturma mesafelerinin ayarlanması açısından belki otobüs seferleri arttırılabilir ya da seferler sıklaştırılabilir. Tabii ki, tüm bu söylediklerim masa başında ve “oldu mu, oldu!” mantığı ile yapılmış düzenlemelerle değil, daha sağlıklı, akılcı düzenleme ve sık geri bildirimlerle yapılacak düzenlemelerle ancak gerçekleştirilebilir. Siz hiç yaşamınızda herhangi bir kamu işleminde geri bildirim
alınarak, uygulamanın ya da gidişatın düzeltildiğini, hatta öncesinde halktan özür dilendiğini gördünüz mü?
Devlet adamları halktan özür dilerse “devlet büyüğü” olur mu hiç? Haşa!…. Havaalanında gelen ve giden yolcu katları ayırılmış. Atatürk Havaalanında da bu böyle idi, zaten
çoğu büyük havalimanlarında durum budur. Torunumu karşılayacağımdan dolayı asansörle alt kata indim. Tamam da, aralarında yaklaşık 200 metre kadar mesafenin olduğu iki çıkış kapısı var. Torunum yurt dışından geldiğine göre, düşündüm ki, yurt içi değil, yurtdışı gelişlerin çıkış kapısında beklemem gerekir. Fakat, hangisi yurtiçi, hangisi yurt dışı çıkış kapısı, hiçbir anlamlı emare, işaret, yazı vs yok. Bu durum da çok doğal, çünkü bizim kültürümüzde işaretlerle yönlenme âdeti yoktur, sorma âdeti vardır. Ben de buülkede yaşayan bir insan ve bu kültüre aşına biri olarak sordum, kimi bir kapıyı, kimi öbür kapıyı kimi de her iki kapıyı da işaret etti. Allah Allah, bu nasıl bir iş böyle, bu işin içinden nasıl çıkacağım diye düşünürken, hostes ve host kılıklı insanları gördüm, yüzümü kızartarak ve çok özür dileyerek onlara derdimianlattım. Aldığım yanıt meselemi öylesine çözdü ki, “başım göğe erdi” derler ya! Bu arkadaşları suçlamıyorum, çünkü onlar olanı anlattı, hatta bana çok zaman ayırdılar ve saygısızca sorduğum hemen her sorumu çok candan yanıtladılar.
Durumun şu olduğunu anladım. Birincisi, içeri girmek yasak, içeriye ile bir şekilde anons yaptırarak vs yöntemle haber iletme sistemi de yok. Torunumun telefonunu yanında olup olmadığını bilmiyordum, çünkü İstanbul’da bir süre kalacak ve ona geçici bir telefon temin edecektim. Peki, torunum hangi kapıdan çıkacaktı? Meçhul; her iki kapıdan da çıkma olasılığı varmış. Sorumu yanıtlayan arkadaş oturduğu yerden ayağa kalktı ve hayal gibi görünen içeriyi göstererek, büyük olasılıkla sağ taraftaki kapıdan çıkabileceğini,ama bu durumun kesin olmadığını söyledi. Kendisine sonsuz minnettarım! Neyse, durum biraz aydınlanmış
ve ben rahatlamıştım. Yaratanın büyüklüğüne bakar mısınız; önce yaşanan sıkıntılar, sonra Hızır gibi yetişen iyi kalpli insan ya da insanlar ve içinize serpilen serin su! Bu sırada açık alanda gezinirken büyük panolardan birinde gelen ve giden yolcu katını okuduğumda,kafam yine karıştı. Bulunduğum alt katta kapıların üzerindeki yazılara baktığımda “gelen yolcu” ibaresi
yazılı idi, ben doğru katta bekliyordum. Peki, bu yazı neyin nesi idi; durumu tam ters gösteriyordu?
Diğer panolara baktım, evet ben doğru katta bekliyordum. Demek, koca pano yanlışlıkla öyle yapılmış. Almanlar niye kıskanmasın ki! İçeri girmek yasak. Her hesap dışarıda görülecekti. Acaba pandemiden dolayı mı, yoksa her daimişler böyle mi yürütülüyor, bilemedim, artık bu konuyu da kimseye sormadım. Temmuz sıcağında dışarıda beklemek hoş ama, bu işin bir de Şubat soğuğu yok mu? Nasıl olsa bu bir bayram yazısı olduğuna göre
araya bir de fıkra yerleştirmek hoş olur. Bir Karadenizli klimalı yeni arabasıyla hava atmak için Ağustos sıcağında arabasıyla arkadaşlarına şehir turu yaptırmış. Arkadaşı arabadan inerken memnuniyetini belirtmiş,
fakat şunu da sormadan edememiş, “yazın arabanın içi sanki bir cennet, ama kışının ne yapacaksın, donarsın”.
Dış hatların daha yoğun çıktığı kapıda bekledim. Torunum da o kapıdan çıkmış, fakat çıkarken göremedim. Çünkü, malûm durum! Bir süre sevdiklerini beklemeye katlanmış olanlar ne hikmetse iki dakika daha sabredemeden, sanki tsunamiden ya da maden çökmesinden kurtarılanlara anında sarılmak üzere, kapının önünde sarmaş dolaş. Ne demeli, Allah sevenleri birbirinden ayırmasın! Bu kalabalıkta salt bizim samimi içiçe halkımız yok. Derste de arkadaşlara söylerdim: Sömestre tatilinden geldikten sonra ilk derste karşılaştığınız arkadaşlarınızla kapı aralığında kucaklaşmayın, çünkü kapı aralığı kamusal alandır.
Ortadoğu kültüründe kamusal alan mantığı!.. Sanırım, hiç değilse benim bulunduğum süre içinde dış hatlardan çıkan yabancı uyrukluların belki % 90’a yakını, hatta daha fazlası Ortadoğu ve benzeri ülke insanı
idi. Ülke taşır gibi 7-8 bavulla çıkan insanlar kapının önünde durup da, bu ülkeye her halde ne yapabilirim diye düşünceye dalmazlar mı! İnferno çıkışı mı, girişimi, anlayamadığım bu ortamda torunumu nasıl bulabilirdim ki! Neyse ki, torunumun telefonu yanında imiş ve Whatsapp’tan beni arayarak “dede dışarı çıktım, seni görmedim”, demez mi? Haklı, beni nasıl görsün ki, 1,61 boyunda aşırı girginlikten ancak dış
cenahta kalmayı daima başarabilmiş bir karakter, hemen kapının önünde nasıl görülebilirdi ki! Ukalalığımı bağışlayın, lütfen, ama ne Tokyo ne J.F. Kennedy ne Atlanta ne de Londra ya da başka uluslararası
havaalanında böyle bir manzara ile karşılaşırsınız!
Torunumla buluştuk ve taksi sırasına girdik, tam sıra bize gelmişken arkadaki topluluktan bir kadın hemen taksiye gitmeye çalışmaz mı, neyse görevli arkadaş ikaz etti, hatta ondan önce arkada kadının dâhil
olduğu gruptan ikaz geldi. Tam bu sırada kuyruğu herhalde görmemiş olacak ki, aklı evvel bir genç geldi ve en öne geçmedi mi, onu da görevli arkadaş kuyruğun arkasına gönderdi ve nihayet canımız arabaya attık ve
gerçekten fevkalade efendi bir şoför arkadaş bizi sağlıkla evimize ulaştırdı.
Doğrusu, Almanların neden Ortadoğu ve Avrupa’nın bağlantı yeri olarak güney Almanya’da bir kendi seçmeyip, bu işi bize havale etmelerini anlayabiliyorum. Gerek uçakların en yüksek hava kirliliği yarattığı inme ve kalkış yükünü, gerek yolcu kitlesi tahminleri ile yaşanabilecek nüfus ve kültür erozyonunu hesap ederek işi dış ülkeye havale etmeleri çok anlaşılabilir. Kalıcı ya da transit bu yolcu kitlesi belki ülkeye
bir miktar döviz bırakabilir, ama aynı anda bırakılan dövizden daha maliyetli olarak ülkenin nüfus ve kültür yapısını etkiler. İşte Batılı devlet adamı görüşü ile tüccar kafalı Ortadoğulu siyasetçi görüşü arasındaki aşılamayacak fark.
Üstat Marks’ın, mealen, görünenin gerçeği yansıtması geçerli olsaydı, bilime gerek kalmazdı ifadesine dayanarak, bırakalım Almanlar görüneni kıskansın, acaba bizim neyi kıskanmamız
gerekir ki! Acaba hiç düşünür müyüz, hiç akıl eder miyiz!
Güzel bir Bayram ve huzurlu bir tatil dilerim.