Dilde dinselleşmeye karşı: Helalleşme değil hesaplaşma
"Yoksulları 'cehennem ateşi'yle korkutanlar, yaşadığımız ve çoğu zaman sadece yaşamak için çalıştığımız bu dünyada kurulu cennetlerini önce dilleriyle sağlama alıyor."
AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bugün parti teşkılatına yönelik video konferans bağlantısı ile yaptığı konuşmasında ekonomik açıdan zora düşen halktan “helallik” istedi.
Erdoğan “Kısıtlamalardan etkilenen esnaflarımızın bir kısmı ile turizm sektörümüze de bu zor dönemde ayakta kalabilmeleri için her türlü desteği vermenin gayreti içerisindeyiz. Buna rağmen sıkıntıya düşen esnafımız, çalışanımız olduysa hepsinden helallik istiyoruz” dedi.
Erdoğan’ın bu sözlerinin ardından CHP’sinden Saadet’ine, İYİ Parti’den Gelecek’ine düzen siyasetinin muhalefet kanadında bulunan sağlı “sol”lu tüm aktörleri sıraya girip sosyal medyada AKP’ye karşı #helaletmiyorum etiketinde buluştu.
18 yıllık AKP iktidarının getirdiği yıkım, yarattığı büyük çöküş ve katmerlediği sömürü düzeni, toplumun artık çoğunluğu diyebileceğimiz kısmının kabulü. İktidara duyulan öfke ve nefretin ifadesi öyle boyutta ki bunu göstermek için her durum, toplum tarafından sosyal medyanın da sağladığı olanaklarla derhal sahipleniliyor ve bir muhalefet aracı haline getiriliyor.
Ancak bunu yaparken düşülen bir hatayı teslim etmenin öneminin büyük olduğunu söylemek gerek. İktidarların varlıklarını kurmalarında dil birincil derecede önemli bir araç. Kullanılan kelimeler ideolojik bir tercihin de yansıması olarak önümüze geliyor. Haber metinleri, basın açıklamaları ve hatta bazen şarkı sözleri bile.
BİR “ZÜBÜK”LEŞME ARACI OLARAK DİL
Konuya Erdoğan’ın “helallik” isteği nedeniyle eğilmiştik. “Helal”, köken itibariyle Arapça olmakla birlikte “dinsel yönden yasaklanmamış olan, dinin kurallarına aykırı olmayan, dince izin verilen” anlamlarının karşılığı olarak kullanılıyor. Karşıtı olarak da “haram” sözcüğü var. Gündelik hayatımızda öyle veya böyle dini terimleri kullanmaktan kaçınamadığımız oluyor elbette. “İnşallah”, “fesuphanallah”, “illallah”… Tanrısallığı dilde de hakim hale getiren bu sözleri kullanıyoruz; Çoğu zaman eskiden beri alışılageldiği için, bazen iletişimde asgari ortaklığı ve pratik işleyişe uygunluğu nedeniyle veya kimi zaman da muadili bulunamayacak kadar özgün bir etkisi olduğundan. Peki bu olgu, siyasette yapıldığında da böyle görülebilir mi? Laikliğin kemirile kemirile bugün kağıt üzerinde kalan halini bile tartışmalı haline getiren dincilikle uzlaşmak ve hatta onunla hemhal olmak isteyen görür.
Oysa emekçilerin alın teri, canı ve kanı üzerine bina edilmiş bu sermaye düzeni hükmünü dilde başlatıyor. Yoksulları “cehennem ateşi”yle korkutanlar, yaşadığımız ve çoğu zaman sadece yaşamak için çalıştığımız bu dünyada kurulu cennetlerini önce dilleriyle sağlama alıyor. Ve bu dile kapılmanın sonu artık sahibinin sesine dönüşmeye varıyor. Girilen bu “helal daire”sinde artık yurttaş değil “kul”, sınıf değil “ümmet”, cinayet değil “şehadet”, kazanç değil “rızık” olunuyor.
Toplumsal hayatımızın her alanını kuşatmaya çalışan bu sağcılığı Türkiye’nin en büyük aydın ve mizah ustalarından Aziz Nesin’in “Zübük” isimli eserinde ne de iyi anlatılmıştır:
“Şimdi çok iyi anladım ki, Zübük bir tane değil, biz hepimiz birer zübüğüz.
Bizim hepimizin içinde zübüklük olmasa, bizler de birer zübük olmasak, aramızdan böyle zübükler büyüyemezdi. Hepimizde birer parça olan zübüklük birleşip işte başımıza böyle zübükler çıkıyor. Oysa zübüklük bizde, bizim içimizde. Onları biz, kendi zübüklüğümüzden yaratıyoruz. Sonra, kendi zübüklüklerimizin bir tek Zübük’te birleştiğini görünce ona kızıyoruz. (…)
Benim için şimdilik tek amaç, burdan kurtulmak. Ama gerçekten zübüklerden, kendi zübüklüğümüzden kurtulabilecek miyiz? İşte bu soruya cevap veremediğim için nereye gideceğimi, ne yapacağımı bilemiyorum. Yeni gideceğim yerden sana mektup yazar, önce kendi zübüklüğümden kurtulup kurtulamadığımı anlatırım.”
İşte bugün düzen siyasetinde yeniden peydah olan bu “helalleşme” arayışı sömürücülerin, yobazların, yağmacıların, üçkağıtçıların, kısaca Zübük’lerin işi. Bu düzenin diline teslim olmayanların mücadelesi ise “helalleşme”yle değil esaslı bir hesaplaşma arayışıyla başlıyor.