GÖRÜŞ | İzzettin Önder: Merkez Bankası'nın faiz indirimi ne anlama geliyor?

Prof. Dr. İzzettin Önder, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın faiz kararını Gazete Manifesto okurları için değerlendirdi.

GÖRÜŞ | İzzettin Önder: Merkez Bankası'nın faiz indirimi ne anlama geliyor?

Tek adam politikaları, söylem ve içerik olarak faiz konusunu gizemli bir anahtar konumuna taşıdı.

Söylem olarak; hükümet bir yandan dinci tabanına “sözde mesaj” vererek, diğer yandan da “faiz lobisi” söylemiyle kendi politik ve ekonomi alanındaki cehaletle yaptığı hatalarına günah keçisi yaratarak, sistemi götürmeye çalışmaktadır. Ne var ki, işin esası kesinlikle böyle değildir.

Ekonomide faiz, kullanım yeri ve amacına göre, hem bir araç, hem de bir sonuçtur. Burada bu teorik detaya girmeden, son faiz indirimi bağlamında meseleyi ele almak istiyorum.

Önce, faizler neden yükselme eğiliminde sorusunu sorarak başlayalım. Faizlerin yükselmesinin sebebi, teorik olarak, tasarruf yetersizliği yanında, birikimli olarak yükselen iç ve borç miktarıdır. Borçları kapatmak ya da döndürmek için iç ve dış kaynağa başvuran hazine LIBOR (Londra bankalar arası gecelik faiz haddi olarak bilinen ve uluslararası alanda temel faiz olarak kabul edilen oran) üzerine ülke riski (CDS primi) ile para alır. Kısacası ülke riski büyüdükçe uluslararası piyasada ve iç piyasada faiz haddi yükselir. Bu sebeple, hem borç miktarı hem de AKP hükümet yönetim biçimine bağlı olarak Türkiye uluslararası piyasada en yüksek faizle borç bulabilen ülkeler arasında yer alır. Yunanistan dahi % 2-3 oranında faizle borç bulabilirken, Türkiye için oran, hem de uzun vadeli borçlarda dahi, zaman içinde değişerek, % 8-12 arasında dalgalanmaktadır. Sebepler: 1. Yükselen borç stoku; 2. Siyasete olan güvensizlik (MB ve TÜİK kararlarında tutarsızlıklar ve yayınladıkları bilgilere siyasetin hâkimiyeti, hukuksuzluk ve keyfi yönetim vs).

YAP-İŞLET-DEVRET MODELİ İLE KASADAN PARA ÇIKMADI AMA BORÇLAR ARTTI

Meselenin özünü, Türkiye’nin ya sıcak dış kaynak bulması, ya da içte üretimi yükselterek ve/veya tüketimi kısarak ihracatını yükseltip döviz kazancını yükseltmesi oluşturur. Peki, neden şu sıralarda böylesi sıkışıklığa girdik. Çünkü AKP ikinci döneminde alt-yapı, köprü vb gibi yatırımları dış konsorsiyumlarla ve yap-işlet-devret veya kamu – özel işbirliği ile yapıp seçim için vitrine manken koyarken bütçeden para çıkmadı, evet ama ülke borcu yükseldi, alacaklılar da zamanı gelince alacaklarını istemeye başladılar. Vaktinde tahsil edilemeyen alacaklar için Londra’daki tahkim kurumu yolu açık idi ve söylenenin başa geldiği gibi, “söke söke alacaklardı”, işte 128 milyar doların hikâyesi, söke söke ülkenin soyulma hikâyesinin bir bölümüdür.

AMAÇ İÇ TALEBİ KISARAK CARİ AÇIĞI KAPAMAK

Son faiz kararın oluşumunda siyasilerin şöyle düşündüğü anlaşılıyor: Londra tahkim komisyonu tehdidi altında, faiz ne kadar yükseltilse de sıcak para girişinin güçlü gerçekleşmeyeceği ve siyasi güvensizlik nedeni ile de kaynak çıkışı bağlamında tek çarenin üretimi ve ihracatı yükseltip, ithalat ve iç talebi kısarak cari açığın kapatılması ya da azaltılmasıdır. Bu nedenle beklentilerin aksine, faiz indirimi yolu ile ithalatı pahalılaştırarak frenlemek, ihracatı ise yabancı alıcılar nezdinde ucuzlatarak yükseltmek ve bu yolla cari açığı kapatmaya ya da küçültmeye yönelindi.

Bu mekanizma çalışır mı? Teknoloji, know-how ve zamana bağlı olarak çalışabilir. Fakat bu süreç çok uzun zaman boyutuna bağlıdır ve maliyeti emekçilere ve halka ağır yük olarak yansır. Şöyle ki, ihracatın önemli bölümü ithalatla karşılandığından ihraç ürünlerinin içte üretilen katma değer payı küçüldükçe emekçi üzerindeki baskı artacak ve yoksullaşma derinleşecektir. İhracattan sağlanan gelir oranında emek geliri yükseltilmeyecektir, aksi halde faiz indirimi politikası cazibesini kaybeder. Görülüyor ki, faiz indirimi politikasının etkinliği emeğin baskılanması görüşüne dayandırılmıştır. Emeğin yoksullaşmasının bir sebebi de üretimde teknoloji yoğunluğu ile verimliliğin gereği şekilde yükseltilememesidir. Kurun yükselişi tüm girdi fiyatlarını yükselteceğinden, ekonomide genel fiyat artışları de yükselecektir.

Türk işçisinin Japon işçisinin dahi gerisinde kaldığı tezi oldukça doğrudur. Bu sebebe ve Avrupa yakınlığına bağlı olarak bazı Japon kuruluşlarının Türkiye’de üretim ya da montaj yaptığı bilgisi yayılmaktadır. Aynı şekilde, ucuz emeğin cazibesiyle yabancı doğrudan yatırımların da ülkeye gelebileceği ya da mevcutların ülkeyi terk etmeyeceği de düşünülebilir. Bu tür kuruluşlar ülkenin “yurtiçi geliri” ni yükseltirken, ulusal gelirini aynı hızda yükseltmez, dolayısıyla fert başına geliri de aynı hızda yükseltmez. Çünkü Türkiye’de üretilen tüm gelirler ülke yurt içi geliri olarak hesaplanır. Yaratılan katma değerden elde edilen kâr ve faiz yurt dışına transfer edilirken bu meblağ ülke ulusal gelirinden çıkar, merkez ülke ulusal gelirine dâhil olur. O nedenle, sol bakış açısından bu tür yatırımlar, hele de borsa da yapılan finansal yatırımlar siyasete seçim malzemesi olabilir, fakat ülke halkı lehine görülemez.

Faiz indirimi konusunda diğer bir görüş de içeride faizlerin düşebileceğidir ki, bu da doğru değildir, çünkü içeride tasarrufların yatırımları karşılayamadığı durumda faizler daima yükselme eğiliminde olacaktır.

Sair detay etkileri bir tarafa bırakıp, ana hatlarıyla böyle çalışacağı görülen politikanın olası genel sonuçlarının kur yükselişi, fiyat artışı, emek-yoğun yatırımlar yükseldikçe çarpık sanayileşme ve dünya düzeyinde teknoloji-yoğun sanayileşmeden uzaklaşma, ya da otistik-teknoloji yoğun yatırımlar bileşimi olarak görülebilecek bir yapılanma ortaya çıkabilir.

GELİRİ YÜKSELTMEDEN BORÇ ÖDEME GAYRETİNE GİRİLDİ

Politikanın ithalatı kısarak iç üretimi tetiklemesi ve fiyat avantajı ile ihracatı tetiklemesi orta vadede dahi sağlanabilecek bir durum değildir. Kısacası, belki bazı dış yatırımlarla ülkenin hem kâr transferi ile hem de emekçilerin ve halkın yoksullaştırılması pahasına ve ülke gelirini gereği biçimde yükseltmeden borç ödeme gayretine girildiği düşünülebilir. Bir yandan içeride faizlerin tasarlandığı hızda düşmemesi, diğer yandan da fiyat artışı nedeniyle halkın yoksullaşması derinleşecektir. Yapılan dış borçların kaymağını bir avuç varsıl kesim yerken, ceremesini yoksullaşma, belki de yaşamı pahasına halk ödemektedir, ödeyecektir. Kapitalizmin kuralı budur! Bir şekilde oluşmuş ülke borcunun ödenmesi ülkenin ani yoksullaşmasına neden olabilir. Borç reddi dışında (ki, kapitalizmde yeri yoktur!), söz konusu yoksullaşmanın toplumda adil dağılımı kapitalist mantıkla geçerli kural değildir. O nedenle, konjonktürel bazı etkisiz politikalara veya önerilere takılmadan, doğrudan sistemi görmek akılcılığın izleyeceği tek yoldur!

Kapitalist devlet mantığını ve işleyişini tam olarak kavrayamayan toplumlarda pompalanan gerici ve ulusalcı politikalarla halkın üzerinde boza pişirenler devamlı olacaktır. Türkiye’de yaşanan bir istisna değildir! Kapitalizmin siyasi görüntüsü; algılamadığı sömürü altında tutulan yanlış bilinçli seçmenler toplumudur!