Gücünü halkına gösteren devlet

Şiddet araçlarının meşru kullanım tekeline sahip olan hükümetler, barışçıl eylemler karşısında geri adım atarak zafiyet değil, gerçekte demokratik olgunluk göstermiş olurlar.

Halkın sorunlarını çözemeyen siyasal iktidar, haklı istemlerini haykıranların karşısına artık sadece kolluk kuvvetleriyle çıkabiliyor. Salgın sürecinde istisnai durumlar  dışında işten çıkarmalar yasak olduğu için işveren özellikle sendikalı işçileri, ahlak ve iyi niyet kurallarına aykırı davrandığı iftirasıyla işten atıyor. Buna itiraz eden emekçilerin gösteri ve yürüyüş hakları, daha önce madencilerin yürüyüşünde olduğu gibi, ‘devletin gücünü görürsünüz!’ tehdidiyle engelleniyor.

İftira atılarak işten çıkarılan, ücretlerine el konulan emekçiler, itiraz haklarını kullanmak isteyince karşılarında hep kolluk kuvvetlerini buluyor. Salgın bahanesiyle eylemlerine izin verilmeyen emekçiler, tartaklanıp gözaltına alınarak devletin gücüyle tanıştırılmış oluyor… Halkın yararı için kullanılması gereken devlet gücünün halka karşı kullanılması insanın gücüne gidiyor!

Artı değer sömürüsüne rahmet okutan ücret ve hak gaspları, kolluk kuvvetlerinin patronları koruma, kollama ve himaye güvencesiyle sürüyor. Siyasal iktidar, emekçilerin lehine sonuçlanan mahkeme kararlarını uygulatmak için kılını bile kıpırdatmıyor. Devleti şirket gibi yönetmekle övünenler, işbirliği yaptıkları şirket patronlarının safında durmayı yeğliyor. İşçilerin yanı sıra yaşam alanlarını korumak isteyen köylüler de, üniversitelerine sahip çıkan öğrenciler de devletin gücünden nasibini alıyor.

Barışçıl direniş hakkı

Sorun üreterek varlığını anımsatma alışkanlığını yıllardır sürdüren Erdoğan iktidarı, bu kez de Boğaziçi Üniversitesi’ne atadığı kayyum rektörle gündemi zehirledi. Üniversite bileşenleri, tepeden inme atamaya itirazlarını sürdürürken Saray sözcüsü, “Cumhurbaşkanı’nın bir yetkisinin sorgulanması, üniversite açısından sağlıklı bir durum değil ” diye tuhaf bir açıklama yaptı. Statükoyu korumak isteyenler pek hoşlanmasa da insanlık, iktidar sahiplerinin yetkilerini sorgulayan düşünürler, bilimciler ve sanatçılar sayesinde gelişebildi. Bu tarihsel birikim, her türlü yönetsel erkin üzerinde yer alan evrensel etik ve hukuk ilkelerine dayalı doğal hukuk kuramını  ortaya çıkardı[1].

Temel hak ve özgürlüklere ilişkin uluslararası anlaşmalara kaynaklık eden doğal hukuk alanı, insanın doğuştan gelen hakları için verdiği her mücadeleyi meşru görür. Böylelikle pozitif hukuk olarak isimlendirilen yürürlükteki insan yapımı yasalar, hak ve özgürlükler temelinde elde edilen kazanımlarla demokratikleşir. Mevcut bazı yasa ve buyruklara uymama eylemlerini de içeren sivil itaatsizlik olgusu meşruluğunu, doğal hukukun evrensel standartlarından alır. Çoğulcu, katılımcı demokratik hukuk anlayışına özgü bir kavram olan sivil itaatsizlik, herhangi bir konuda adalet arayan bireylerin, grupların kullanabileceği barışçıl direniş hakkıdır. Henry David Thoreau ve Mohandas Mahatma Gandhi, görüş ve eylemleriyle sivil itaatsizlik kavramının gelişmesinde katkıları olan öncü isimlerdir. Haklarını koruyup geliştirmeyi ilke edinenlerin sivil itaatsizlik istenci, gücün mutlaklığını ve keyfi kullanımını önlemek için insan vicdanının adaletsizliğe karşı gösterdiği akılcı bir dirençtir [2].

İşte bu nedenle Boğaziçi Üniversitesi bileşenleri, kendilerini doğrudan ilgilendiren rektör ataması gibi çok temel bir konuda, itirazlarını ve istemlerini sivil itaatsizlik eylemleriyle dile getirmektedir. Doğal olarak herkes, kendi yaşamını doğrudan ilgilendiren her konuda mevcut yasaları ve iktidar sahibinin yetkilerini sorgulama hakkına sahiptir. Burada esas sorgulanması gereken, barışçıl bir direniş karşısında Cumhurbaşkanı’nın yetkisini TOMA, biber gazı, plastik mermi ve işkenceli gözaltılardan yana kullanmasıdır.

Görece demokratik toplumlarda sendika, meslek odaları, öğrenci dernekleri ve diğer inisiyatifler, haklarını korumak ya da geliştirmek amacıyla kitlesel gösteri, yürüyüş, basın açıklaması gibi sivil itaatsizlik eylemleri yaparlar. Şiddet dışı bu tür eylemler, zorla güzellik olmayacağını bilen yönetimlere, sorunun muhataplarıyla uzlaşma fırsatı sunar. Şiddet araçlarının meşru kullanım tekeline sahip olan hükümetler barışçıl eylemler karşısında geri adım atarak zafiyet değil, gerçekte demokratik olgunluk göstermiş olurlar. Otoriter ve totaliter yönetimler ise kullanım tekeline sahip oldukları şiddet araçlarına her fırsatta başvurarak halkı sindirmek isterler. Uzlaşmayı ve ödün vermeyi zafiyet olarak gören bir yönetim anlayışının demokrasiyle uzaktan yakından  ilişkisi olamaz.

Anayasamızda barışçıl toplantı ve gösteri yürüyüşü bir hak olarak güvence altına alınmış olsa da AKP iktidarı tarafından fiilen yasaklanmıştır. Normal koşullarda bu hak kullanılırken devletin kolluk kuvvetlerinin eylemcileri dağıtmak yerine onlarla işbirliği yaparak olası provokasyonları önleme görevini yerine getirmesi gerekir. Barışçıl eylemcilerin temel amacı, medya üzerinden lehte kamuoyu oluşturarak hükümetin aldığı ya da alacağı kararları etkilemektir. Yaygın erişim olanaklarına sahip geleneksel medya, yasakçı rejimlerde iktidarın hizmetinde olduğu için barışçıl eylemler, polisle yaşanan arbede ve bir kaç şiddet görüntüsüne yer verilerek kamuoyu nezdinde itibarsızlaştırılır. Demokratik bilincin gelişmediği toplumlarda devlete isyan olarak algılanan bu tür eylemler, iktidarın karalama kampanyası eşliğinde bastırılır. Analitik düşünme becerisinden yoksun olan lümpen yığınlar, eylemin neden yapıldığını sorgulamak yerine devletin güç gösterisini onaylayıp alkışlar.

İktidarın ülkeye maliyeti

 Siyaset bilimci Gene Sharp, ‘Diktatörlükten Demokrasiye’ adlı el kitabında şiddet dışı eylemler için direnişçilere toplam 198 farklı yöntem önerir. Görünüşe göre Boğaziçi Üniversitesi bileşenleri de bu yöntemlerden esinleniyor.

AKP’li Cumhurbaşkanı ise “eylem biçiminde yeniliğe gidemeyecek kadar tembel dar kafalı bir zihniyet var” diye direnişçilere tepki gösterdi. Tıpkı lümpen yığınları  gibi eylemleri esastan değil, usulden değerlendirip içerleyen Muktedir’in, Boğaziçi Üniversitesi bileşenlerine ivedilikle yeni eylem yöntemleri önermesi yerinde olacaktır… Genç kuşaklarla pek anlaşamayan Erdoğan, üniversite bileşenlerinin eylemlerini demode bulduğunu vurgularken gerçekte Gezi Direnişi’ni unutamadığını da dışa vurmuştur.

Öte yandan Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı döneminden itibaren rektörlük seçimlerinde, öğretim üyelerinin tercihlerini yok sayıp düşük oy alan yandaşların üniversitelere atandığını anımsamak gerekir. 15 Temmuz kalkışmasından sonra Erdoğan, bu uygulamayı bile beğenmeyip OHAL döneminde rektörlük seçimlerini tümden iptal etmiş; atamalarda şahsını tek yetkili kılan mevcut yasayı onaylamıştır. Esasen üniversite açısından tartışılması gereken konu, Cumhurbaşkanı’nın yetkisinin sorgulanması değil, bugüne kadar sorgulanmamış olmasıdır. Sağlıklı olmayan durum ise Türkiye’nin gelişmiş beyinlerinden oluşan Boğaziçi Üniversitesi bileşenlerini 21. yüzyılda şiddet araçlarıyla sindirip itaate zorlamaktır. Akademik gücünü demokratik geleneğinden alan seçkin kurumlara siyaseten el koymak, ülkenin ve gençliğin geleceğini karartmak demektir.

Yeni bir düzenlemeyle Emniyet ve MİT’in toplumsal olaylarda Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ait tankı, topu kullanma yetkisini alması, ‘neye mal olursa olsun’ inadıyla iktidarda kalma düşüncesinden kaygı duymamızı gerektiriyor. Rus yazar Anton Çehov’un deyişiyle “duvarda asılı silah, oyunun sonunda mutlaka patlar!”

 

[1] https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/754325

 

[2] İlker C. Bıçakçı (2016), Halkla İlişkilerin Kurmaca Dünyası ve Hakikatin Direnişi, Ütopya Yayınevi.

 

Yazarın Diğer Yazıları
Ronald-Donald döngüsü 14 Kasım 2024
Neofaşist küreselleşme 20 Eylül 2024
Kirli mahremiyet 25 Temmuz 2024