Isınan dünya siyaseti

Çin’in tanımlaması ile özellikle Ortadoğu bölgesinden başlayarak gelişmekte olan ekonomiler için yıkım mı yoksa fırsat mı olacağı zorlu bir konudur. Anlık görüntüsüne göre, Batı’nın daha kavgacı, Çin’in ise “insanlık için eşit paylaşımlı müşterek geleceğin kurulması” projesi ile daha sulh sever ve insancıl yaklaşımı gözlerden kaçmamaktadır. Bu durumda, insanlığı zorlayacak karar, salt iki farklı ekonomi büyüklükleri ile karşı karşıya gelmek değil, iki farklı sistem çatışması arasında kalmaktır.

Öyle anlaşılıyor ki, son NATO zirvesinin amacını ve işlevini, ısınan dünya siyasetinin kumutasının nasıl belirleneceği ve gerçekleştirileceği konuları oluşturdu. Şöyle ki, ABD’nin henüz gücünden fazla alan yitirmemiş olağan liderliğinde Batı dünyasına yedirilen mesaj, yeni oluşturulacak “soğuk savaş”ın hedefinde Batı karşısında yükselen Çin-Rusya yakınlaşması olduğudur. Anlaşılan, ısınan yeni siyasette toplulaşmış Batı dünyasının başta Çin olmak üzere, Çin-Rusya yakınlaşmasını parçalamak ve bu ekonomileri çökertmek amacı hedeftedir. Çünkü, Çin’in inanılmaz büyüme hızı ve teknoloji alanında yaptığı hamleler ABD ve Batı teknolojisine şimdiden ciddi tehdit oluşturmaktadır.

Batının bu hamlelerini kaydetmiş olarak, doğal olarak Çin’in de karşı hamleye geçmesi gecikmemiştir. Çin Komünist Partisi’nin 1 Temmuz günü 100. Yıl kutlamaları dolayısıyla yapılan konuşmalarda Çin’in siyasete bakışı hakkında önemli mesajlar verilmiş, ipuçları sergilenmiştir. 1934 yılında Mao Zedung’un parti başkanlığına seçilmesi, bir zamanlarda Avrupa ve Batı Dünyası’nda esamisi bile okunmayan Çin’in silkinerek kalkınmasına yol açmıştır. Arada bazı çalkantılar ve sağ eğilimli kalkışlara rağmen, 1965-66 yıllarındaki “Devamlı Devrim” görüşü ve 1966 yılında oluşturulan Kültür Devrimi Ekibi oluşturulması ve nihayet, 1978 yılında tekrar rayına oturtulan Çin bu kez Den Xiaoping’in liderliğinde hedeflendiği yolda hızlı adımlarla yol almaya başlamıştır. Çin komünizmi Sovyet komünizm sisteminden farklı olarak geliştiğinden, Sovyetler’in düştüğü hatalar Çin’de yaşanmamış ve gelişme yolunda büyük başarılara imza atılmış olarak bugünlere gelinmiştir. Günümüzde sosyalist ülke olarak, Vietnam, Küba, Kuzey Kore ile birlikte en büyük ve gelişmiş ülke olarak Çin öndedir. Çin’in ileri teknoloji ağırlıklı sanayi yapısı Batıyı yakalamış ve büyüklük itibariyle de ABD ekonomisini dahi kısa süre içinde geçmeye aday gözükmektedir. Çin’in bir ekonomi devi olarak yükselişi ABD’yi ve Batılı ülkeleri ürkütmektedir. İşte bu ürküntüdür ki, son NATO toplantısında Batılıların Çin’e karşı muhalefeti, hatta kuşatma hamleleri açık ya da örtülü şekilde gündeme getirilmiştir.

Batı cephesinin hasmane tavırlarına karşın, Çin daha yumuşak ve zeytin dalı uzatır politika yeğlemiş gözükmektedir. Doğal olarak, zeytin dalı doğrudan ABD’ye ya da Batı dünyasındaki ileri ekonomilere değil, başta Ortadoğu ülkeleri olmak üzere, özellikle gelişmekte olan ülkelere uzatılmıştır; adeta İkinci Paylaşım Savaşı ertesinde gelişmekte olan ekonomilere yönelik kurulan Dünya Bankası mantığı! Zaman içinde gerek Çin tarafından uzatılan zeytin dalına muhatap olan ülkelerin, gerek ABD ve Batılı ülkelerin bu politikaya karşı geliştirecekleri tavırların ne olacağını yaşayarak göreceğiz. Bu durumun, İkinci Paylaşım Savaşı ertesinden 1970’lerin ortalarına dek yaşanmış olan pembe dönemi ne derece anımsatacak ya da ondan çok farklı olarak gelişecek meselesine şimdiden karar vermek güçtür. Bunun sebebi, bir yandan kalkınma patinajlarıyla boğuşan gelişmekte olan ekonomilerin uzatılan yardım eline olan ihtiyacı, diğer yandan da siyasi taahhüt ve hatta ona bağlı olarak bu kez Batı dünyasından uzanacak desteklere karşı duyarsız kalınamayacağı gerçeği gelişmekte olan ekonomileri zorlayacaktır. Öyle gözüküyor ki, gelişmekte olan ekonomilere Batı dünyasının yaklaşımı siyasi taahhüt ya da siyasi aidiyet ağırlıklı destek, buna karşın Çin dünyasının yaklaşımı ise, doğrudan ekonomi ağırlıklı destek olarak yansıyacaktır. Türkiye gibi birçok kalkınmakta olan ekonomilerin eğitim sistemi ve üretim yapı ideolojisinin Batı dünyasına daha yakın olduğu düşünülürse, Çin’in Batı bloğuna girme güçlüğü ve bu güçlüğü yenebilmek için de katlanmak zorunda olacağı ekonomik fedakalrlık önemli olabilir.

Çin’in son programlarına göz atıldığında, Mao’dan kaynaklanan ve Den Xiaoping etkisiyle güçlendirilen Çin yöntemi öne çıkmaktadır. Doğal olarak, bu gelişmede başat olan temel felsefe, 21. yüzyılda da gücünden hiçbir şey kaybetmeden hala etkisini sürdüren Marksism’e dayanmaktadır. Batı dünyası artık şunu kesinlikle kabul etmektedir ki, Karl Marks, zaman zaman Albert Einstein’le yer değiştirerek, hemen tüm büyük düşünürlerin açık farkla önündedir. Bunun bir sebebi, kapitalizm dünyasında ardı arkası kesilmeyen krizler ve daralmalar ve nihayet neoliberalizm adı verilen yeni yüzüyle tüm yerküreyi kavuran kapitalist siyaset; diğer sebebi ise, sosyalizmin çok daha insancıl ve barışçı olduğu yönünde giderek gelişen düşüncelerdir. Ne var ki, genel halkın duygu ve fikti bu yönde olsa da, servetlerin büyük çoğunluğunu mülkiyetinde tutan ve ekonomiyi harekete geçirmede başat aktör rolündeki sermaye sahipleri sömürü kanallarının tıkanmasına rıza göstermede zorlanırken, bir yandan ideolojik olarak eğitim kurumlarını ve medyayı denetimlerinde tutarak, diğer yandan da silah gücü ile toplumu baskılayarak hakimiyetini sürdürmeye çalışacaktır.

Görülüyor ki, Bir yanda Batı dünyası, diğer yanda Çin ve bazı sosyalist ekonomiler günümüz dünya siyasetini geçmişte olduğu gibi iki kutuplu görüntüye çevirme eğilimindedir. Bu durumun sistemler arasında yıkıcı çatışmaya sevk edeceği olası olmakla beraber, Çin’in tanımlaması ile özellikle Ortadoğu bölgesinden başlayarak gelişmekte olan ekonomiler için yıkım mı yoksa fırsat mı olacağı zorlu bir konudur. Anlık görüntüsüne göre, Batı’nın daha kavgacı, Çin’in ise “insanlık için eşit paylaşımlı müşterek geleceğin kurulması” projesi ile daha sulh sever ve insancıl yaklaşımı gözlerden kaçmamaktadır. Bu durumda, insanlığı zorlayacak karar, salt iki farklı ekonomi büyüklükleri ile karşı karşıya gelmek değil, iki farklı sistem çatışması arasında kalmaktır.

Çin ile başta ABD ve Batı ekonomileri arasındaki yıkıcı mücadelenin, soğuk savaş döneminde olduğu gibi, ekonomi/teknoloji alanında cereyan edeceği açıktır. Sovyetler’in ABD ile mücadeleye girdiği dönemdeki ekonomi ve teknoloji düzeyi ile Çin’in bugün Batı dünyası ile girdiği mücadelede dayanacağı ekonomi ve teknoloji düzeyi, Çin’in lehine olarak, çok farklıdır. Her halükarda, bu mücadelede Çin siyaseti Marksizmin temel kuralı olan ihtiyaç için üretim görüşünden uzaklaşacak ve ağırlıklı olarak ekonomimize yönelecek gibi gözükmektedir. Dış görüntü ve iç işleyiş örtüşmesi ya da ayrışması! Bu mücadelede Çin, Sovyetler’in ilk dönemlerinde Lenin’in uygulamalarında da görüldüğü üzere, ihtiyaca göre ücret değil, üretime, hatta piyasa koşullarına göre ücret ilkesini devreye sokarak, hızlı ekonomik kalkınma ve büyüme gerekçesi ile emek sömürüsünü gündemde üst sıralara taşıyabilir. Emek dampingine dayalı Çin ihracatının günümüzdeki görüntüsü ileride bu sürecin daha da yoğunlaşacağının göstergesi olabilir..

Genel tabloya göre ileri için bir-iki söz söylemek gerekirse, farklı görüşler ileri sürülebilir. Birinci olası görüntü olarak, ekonomi bağlamında, geçmişte Sovyetler’in olduğu gibi, günümüzde de Çin’in Batı dünyası ile girişeceği ölümcül mücadele tam da Marksist tarihsel aşamalar modeline uygun olarak, kapitalizmin zamanla tüm yerküreyi kapsaması, giderek hızlanarak en üst düzeye çıkması ve böylece devrim yolunu açması olarak yorumlanabilir mi? İkinci mesele olarak ise, sistem bağlamında, Çin ile Batı dünyasının kapışması bir sistem çatışması olarak görülürse, insanlığın geleceği açısından olasılıklar ve riskler meselesi çoklu denklemler halinde karşımıza çıkar. Tüm dünya insanlarının olduğu kadar, Türkiye’de de sol cenahın üzerinde kafa yorması gereken bu konuyu ileride tartışalım.