Kapitalizmin sorunlarına kapitalizm içinde çözüm olmaz!
Çevre sorunları gündeme geldiğinde salt iklim krizi, tüketilen yer altı ve yer üstü doğa kaynakları ya da deniz salyası gibi çeşitli kirlenme, yok olma ya da olağanüstü doğa değişiklikleri akla gelmektedir. Eğer çevresel konuları görüntüsel olduğu haliyle algılayabiliyorsak, bundan dolayı da vaktinden önce gerekli önleyici tedbirleri alamıyorsak, kapitalizmin en büyük tahribatının insan beyni ve algılama kapasitesi üzerinde yapmış olduğu sonucuna varılması gerekir.
Asırlardır insanı egemenliği altına almış olan kapitalizm çeşitli sorunlar üretirken, beynimizi de o denli kendi mağarasına hapsetmiş ki, sorunlara yaklaşımımız sisteme yönelik değil, sanki salt sorun sorumlu imiş gibi soruna yönelik olmaktadır. Oysa nedensellik sorgulaması yapılarak düşünüldüğünde (kapitalist mağarada olanaklı olabilirse!) asıl meselenin, kendisi bizzat bir sonuç olan sorundan değil, bizatihi sistemin kendisinden kaynaklandığı anlaşılır; y = f(x) ilişkisinde y’yi belirleyen x’dir. Hal böyle ise, neden sisteme değil de soruna odaklanıyoruz meselesi bir başka yazının konusu olmakla beraber, geçerken bu konu ile ilgili kısaca şunu söyleyebilirim ki, mesele sosyal bilimlerin, dolayısıyla düşünce sistemimizin, başat üretim ilişkileri ideoloji mağarasında hapsedilmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Bernal’ın 1954 yılı basımı Science in History adlı eserindeki veciz ifadesiyle, “sınıflı toplumlarda sosyal bilimlerin geriliği ve anlamsızlığı toplumların [hâkim ideolojinin esiri olarak] kaçınılmaz çürümüş olmalarının sonucudur”.
Marmara’nın gözümüze sokulurcasına yaşanan ölümü, iklim çılgınlığı, gıda güvenliğinin sarsılması, hatta buna bağlı olarak ulusal güvenlik sorunlarının ortaya çıkması ve hemen her alanda gördüğümüz doğa ve onun da ötesinde deniz salyası kadar net algılayamadığımız daha bir dizi çevre sorunları yanında yaşanan insan patolojileri de meseleye eğilmemize sebep olmaktadır. Ancak hâlâ mesele bir sistem meselesi olarak algılanmamakta ve yan çözümlere yönelinmektedir. Örneğin, Paul Hawkin ve diğerlerinin ileri sürdüğü “yeşil ekonomi” görüşünü ya da kimilerinin “inovative teknoloji” adını verdikleri süreç, bir kısmının daha da ileri giderek oluşan sorunların teknolojik zekâ ile çözülebileceğini ileri sürmeleri kapitalistlerin içini ferahlatırken, sorunlara gerçekçi yaklaşım yapanların içini karartmaktadır. Tüm bu deha parıltılarını izlerken, Joseph Schumpeter’in “yıkıcı yaratıcılık” görüşünü andırırcasına, alt katmanlarda geliştirilen sermayeye yeni iş olanaklarının kapısının aralandığı izlenimini fark etmek zor olmasa gerek. O kadar ki, finans kuruluşları şimdiden kolları sıvayıp pusuya yatmış vaziyette, tüm kredi taleplerinin yeşil ekonomi ilişkisinin araştırılacağını ilan etmekte, tabi buna karşı sermaye de hemen bu yeni sömürü alanlarına yönelmede hiçbir aksama yaşamayacaktır.
Diyelim ki, yeşil ekonomi projesi alan kazanacak ve yine diyelim ki yeni yatırımlar bu koşullarda yapılacaktır. Bu durumda birincisi, doğanın kirletilmesi ve doğanın kendisini yenileme hızı üzerinde yağmalanması ne dereceye kadar önlenebilecektir? İkincisi, diyelim ki, doğanın kirletilmesi ve tahribatı istenen düzeyde önlenmiş olsa dahi, insan sömürüsü ne denli önlenebilecektir, daha doğrusu önlenebilecek midir? Doğanın bir parçası olarak insan, özellikle de emek gücü olarak metalaştırılarak kendisine ve üretimine yabancılaşması da üretim ilişkisinde kesinlikle dikkate alınmayan korkunç bir biyolojik-doğa katliamı değil midir? Bir dizi benzer örneklerle ortaya koyulabilir ki, sömürü-kâr-birikim hırsıyla gözü dönmüş sermaye hiçbir plân ve program yapmadan doludizgin giderken ancak üstü örtülemeyecek çarpıklıkları ve patolojikleri kısmen gidermeye yönelmekte, fakat bu yürüyüşte de hem sistem içinde kendisine yeni olanaklar yaratarak ilerlemeye çalışmakta, hem de göze batmayan çevre ve doğa kirliliklerini “teknolojik ilerleme” adı verdiği hassas yöntemleriyle farklı ve ilk anda algılanamayan alanlara atmaktadır. Çünkü sistem içi yaklaşımlar sorunları bir sistem meselesi olarak ele almamakta ve sadece toplumsal rahatsızlığın oluşma düzeyine bağlı olarak kısmî ve geçici çözümlerle sorunu baskılamaya çalışmaktadır. Oysa mesele çok daha derinde ve sistem içi çözümle sonuç alınabilecek düzeyde değildir. O halde, durumu daha derinden ve teorik düzeyi ile ele almamız kaçınılmaz olmaktadır.
Genel tanımı ile çevre sorununun anlaşılabilmesi ve gerekli çözümün üretilebilmesi için en anlamlı yaklaşım sistemin işleyişine yönelmektir. Bu konunun kapısını aralayabilmek için iktisat yazımında “Lauderdale Paradoksu” olarak bilinen konuya girmemiz gerekmektedir. 1759-1839 yılları arasında yaşamış olan James Maitland 1804 yılında Kamu Servetinin Niteliği, Menşei ve Artışının Sebepleri başlıklı kitabında, “kamu serveti” ile “kişisel varsıllık” arasında ters ilişkinin olduğunu ileri sürer. Buna göre, servet kullanım değerine sahiptir, varsıllık ise kıt koşullarda değişim değeri olan metanın mübadelesi sonucunda yapılan birikimdir. Kamu serveti kamusal mülkiyette olup toplu kullanıma açık iken, kişisel varsıllık kıt olan ya da kıtlaştırılarak piyasada değişime sokulan metalarla yapılan işlemler sonucunda sağlanan zenginliği ifade eder. Bu öylesine ters ilişkidir ki, özel varsıllık yükselirken, kamusal servet değerleri azalır. Maitland’ın bu tanımı ondan yaklaşık bir asır öncesinde John Locke’un maddenin öz değeri olarak ifade ettiği kavrama dayandırılır. Maddenin öz değeri, maddenin değişim değerinden bağımsız kullanım değeri olduğu anlamına gelir. Adam Smith böyle bir ayırıma girmeden, maddenin değişim değeri ve kullanım değeri üzerinde yoğunlaşır. Söz konusu değerleri ayrı ayrı ya da bir arada ele almanın arasındaki fark, maddenin kullanın değerinin ulusal servet olark kullanılması durumunda doğa tahrip edilmemekte, maddenin değişim değerine dönüştürülmesinde kişisel varsıllığa katkı yapılırken ise doğanın tahrip edilip kıtlık yaratılıyor olmasıdır.
Kapitalist üretim ilişkisi ideolojisine dayalı iktisat öğretisi ve siyasi politika salt üretim-kâr-birikim üçgeni üzerine oturtulduğundan, birincisi kamusal servetlerin kıtlaştırılarak özel alana sürüklenmesi, ikincisi de, bu süreci engelleyen ya da birikimi azaltan maliyet unsurlarının olabildiğince elimine edilmesi gerekmektedir. Örneğin, Marmara denizinde su yüzüne çıkan deniz salyası ne bir yılın ne de beş yılın işidir. Bu hazin sona üretim ve tüketim faaliyetleri sonucu oluşan her türlü atıklarını bedava kullanım kaynağı olarak görülen deniz, nehir ya da sair doğa kaynaklarına bırakılması sonucudur. Uzun yılların birikimiyle oluşan kirlilik ancak uzun sürede hissedilebilir kirliliğe ulaştığında ya da doğanın ölümüne yol açtığında çare aranmaya başlanır. Bugün kirliik olarak algıladığımız sonuç bir zamanlar birilerine kâr olarak kişisel servetlerine girmiş demektir. Zira buradaki sorun, sermayeye sağlanan birikimin yol açtığı maliyetlerin uzun dönemde ve topluma yayılı olarak oluşmasıdır. Kişisel bakış açısından, anda ve belirli merkezlere oluşan kâr karşısında farklı dönemlerde ve topluma yayılı olarak oluşan maliyetler durumunda, açıktır ki, yarar maliyete üstün gelir. Kamusal ve özel bakış açıları arasındaki fark bu denli nettir. Özel kârlar oluşurken zaman içinde biriken maliyetler farklı şekil ve boyutta toplumsal maliyet olarak yansır. Diğer bir deyişle, kısa sürede elde edilen bireysel yararlar uzun dönemde ve yayılı toplumsal maliyetlere daima tercihlidir; çünkü, yararlar özelleştirilmiş, maliyetler ise sosyalleştirilmiş ve topluma yayılmıştır.
Her türlü toplumsal maliyet, ister doğa tahribatı şeklinde olsun, ister doğa kaynaklarının gelecek nesillerin hakkı gasp edilircesine tüketilsin her durumda temel bilimler mühendislik alanında mütehassıs kişiler tarafından öngörülebilir, hatta ileri dönemlerde oluşabilecek boyutları ile hesaplanabilir dahi. Örneğin, nükleer santrallerin orta ve uzun dönemde çeşitli şekilde oluşturdukları çevre kirliliği kesinlikle nükleer mühendisler tarafından öngörülebilir, hatta boyutları ile hesaplanabilir. Ancak, her konuda olduğu gibi bu konuda da kararı mühendisler değil, kâr ve birikim hırsı ile işe koyulmuş sermaye sahipleri verdiği için kısa vadede kâr görüşü öne çıkar ve maliyet uzun dönemde topluma yayılır. Görülüyor ki, özel sektörün kâr olarak elde ettiği birikim aslında olması gereken boyutun altındadır. Üretim sürecinde doğayı ve çevreyi kirleten ve tüketen sermayenin sağladığı kâr-sömürü-birikim tümüyle sermayenin hak ettiği değer olarak görülmemelidir. Diğer bir deyişle, kapitalist üretim sürecinde salt emek ya da tüketici değil, çevre maliyeti nedeniyle tüm toplum da sömürülmektedir.
Çevre sorunları gündeme geldiğinde salt iklim krizi, tüketilen yer altı ve yer üstü doğa kaynakları ya da deniz salyası gibi çeşitli kirlenme, yok olma ya da olağanüstü doğa değişiklikleri akla gelmektedir. Eğer çevresel konuları görüntüsel olduğu haliyle algılayabiliyorsak, bundan dolayı da vaktinden önce gerekli önleyici tedbirleri alamıyorsak, kapitalizmin en büyük tahribatının insan beyni ve algılama kapasitesi üzerinde yapmış olduğu sonucuna varılması gerekir. İnsan beyni ve algılama kapasitesinin bu denli tahrip edilmesi salt sosyal çevreden öğrenme olmayıp, bizzat üst-yapı kurumu niteliğindeki eğitim sisteminin inanılmaz başarısı olarak görülmesi gerekir. Üretim ilişkileri ideolojisinin formülleştirilip, bilim görüntüsünde eğitim kurumlarında genç dimağlara zerk edilmesi kapitalist sistemin yaşam koşulu olarak görülürken, aslında kısa vadede kurtarılan sistem orta ve uzun vadede tahrip edilmektedir. Ancak, üstadın ifadesini biraz farklı yorumlarsak, bir olayı gerçek oluşum sebebi ve boyutuyla algılayabilmek için bilime ihtiyaç duyulmakla beraber, bizzat bilimin oluşumu bir ideolojiye dönüştürüldüğünde gerçekçi ve kalıcı sonuç almak olanaksızlaşır.
Cahilin cehaletini anlayamayacağı gibi, beyinlerin sermaye tarafından denetlendiği bir durumda da nedensellik sorgulaması yapılamayacağından böyle bir ortamda bilimsel ve zihinsel dönüşüm beklemek hayal olur. Bu konuya devam ederek, ileride Nobel’in hangi ulvî(!) gayelerle nasıl verildiğini de kapsayacak şekilde, çevre ve “müşterek kullanıma açık mallar” konusunu ileride tartışalım.