Mayıs ayı hareketliliği
Pembe dönemin önemli bir özelliği sosyal devlet politikalarının yoğun şekilde uygulanmasıdır. Konumuz da bu noktada düğümlenmektedir. Eğer Avrupa’nın üzerinde Marks hayali dolaşıyor olmasaydı sosyal devlet politikaları devrede olur muydu!
İstanbul’un fethi Mayıs ayı içindedir. Atatürk’ün doğumu da Mayıs ayı içindedir. Bugün Mayıs ayı içinde cereyan etmiş bu olaylardan farklı iki olaydan söz etmek istiyorum. Bunlardan birincisini, bundan 76 yıl önce, 1945 yılında Stalin komutasındaki Sovyet ordusunun Hitler faşizmini ezdiği olay oluşturur. Ne hazindir ki, tarih devamlı kan ve gözyaşı ile yazılmıştır. İkinci Paylaşım Savaşı’nı bitiren Sovyetlerin Faşizme karşı zaferi dünyanın keskin hatlarla ikiye ayrıldığı tarihin de başlangıcıdır. Birinci Paylaşım Savaşı’nı Sovyet’lerin tarih sahnesine çıkışı, İkinci Paylaşım Savaşı’nı ise Kızıl Çin’in tarih sahnesine çıkışı izlemiştir. Böylece, İkinci Paylaşım Savaşı ertesinde dünyamızın büyük bölümü kızıla boyanmıştır.
Savaş ertesinde kapitalistler bu durumdan o denli rahatsız olmuştur ki, ABD şemsiyesi altında kapitalist dünyanın yeniden şekillendirilmesi ve organizasyonuna gidilmiştir. Bilindiği üzere, Dünya Bankası, IMF (Uluslararası Para Fonu) ve WTO (Dünya Ticaret Örgütü) gibi kapitalist alanda hem gelişmiş hem de gelişmekte olan ekonomilerin çeşitli sorunlarına çare olacak finansal kuruluşlar kurulmuş ve harekete geçirilmiştir. Kapitalist dünya öylesine sıkı denetim altına alınmıştır ki, savaş ertesinde oluşturulan İkili ve Üçlü anlaşmaların alt örgütleri olarak Davos ve Ekonomi Forumu vb gibi kurumlar oluşturulup, kapitalistler arasında her yıl toplantılar düzenlenerek, gelişmişlerden gelişmekte olanlara örtülü talimatlar yağdırılma yoluna gidilmiştir. Böylece yeniden şekillendirilen ve örgütlülük yapısı güçlendirilen kapitalist topluluklar Keynes politikaları ile ekonomilerini kalkındırma yoluna girmiş, hatta 1945 ile 1970’lerin ortalarına kadar olan 25-30 yıllık süre kapitalizmin pembe dönemi olarak algılanır olmuştur. 1970’ler sonuna geldiğimizde ise Keynes politikaları terk edilmiş ve bu kez de neoliberal denen politikalarla geçmişin pembe tablosu gri kâbusa dönüştürülmüştür.
Bu kısa özet üzerine lütfen bir kez düşünelim ve pembe dönem olarak anılan 1945 ile 1980 yılları aralığını reel sosyalizmin olmadığı koşulda acaba nasıl yaşanırdı diye kafamızda canlandıralım. Sanırım ilk ağızda savaş sonrası yenileme faaliyetlerinin ve ekonomilerin yeniden yapılandırılması işleminin yaşanacağı kesin olmakla beraber, sosyal devlet politikaları ne denli devrede olurdu, bilinemez. Pembe dönemin önemli bir özelliği sosyal devlet politikalarının yoğun şekilde uygulanmasıdır. Konumuz da bu noktada düğümlenmektedir. Eğer Avrupa’nın üzerinde Marks hayali dolaşıyor olmasaydı sosyal devlet politikaları devrede olur muydu! Bu sorgulama şu mantığa dayanmaktadır. Keynes’in ünlü Genel Teori kitabının yayınlanma tarihi 1936, bugünkü neoliberal politikaların tohumlarının yeşertildiği Walter Lippmann Konferansı’nın toplantı tarihi ise 1938’dir. Kısacası iki zıt teorinin tarih sahnesine çıkışları aynı döneme rastladığına göre, öyle anlaşılıyor ki, Keynes yaklaşımının seçilmesinde komünizm korkusu ağır basmıştır. O dönemde uygulamaya alınan sosyal devlet politikalarının bir sebebi olan komünizm korkusu yanında iki önemli sebep daha vardı, onların biri güçlü emekçi hareketi, diğeri ise yükselen üretim kapasitesinin piyasa arayışıdır. Şimdi bu bağlamda düşünelim: bugün ortada komünizm korkusu yokken, emekçi gücü ve eylemleri de geçmişteki kadar güçlü konumda değilken, halklar açısından sosyal demokrasiye tabi ki ihtiyaç var, ama sermayenin buna izni olur mu? Günümüzün küreselleşme koşulunda sermaye piyasa ihtiyacını gereği şekilde karşılarken, ne diye sosyal demokrasi külfetini sırtında taşısın ki!
Mayıs ayı ile ilgili ikinci söz etmek istediğim olay, bundan 49 yıl önce üç fidanın, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan, idamı faciasıdır. Bu insanlar ne istediler? Dolmabahçe önüne demirleyen ABD zırhlısını kendilerine kıble mi yaptılar; ülkenin değerli kamu birikimini yerli ve yabancı emperyalistlere peşkeş mi çektiler; halkın temsilcilerini işlevsizleştirerek ülkeyi despotik yönetime mi sürüklediler? Hayır, üç fidan ne bunları yaptı, ne de bunlara benzer sayılabilecek ülke aleyhine faaliyetleri oldu. Üç fidan halkımıza daha demokratik, daha müreffeh ve daha bağımsız bir yurt ve koşul yaratmak istediler. Peki, üç fidanın bu masum istekleri kimlerin inine çomak soktu da, böylesi bir devlet cinayeti işlendi? Tabii ki, emperyalistlerin ve onların içerideki işbirlikçilerinin inine, hem de öylesine çomak soktu ki, üç fidanın sade susturulmaları değil, ortadan kaldırılmaları gerekiyordu. Peki, üç fidan ortadan kaldırıldı da işler düzeldi mi? Tabii ki düzelmedi, hatta tam tersi daha da kötüleşti, çünkü özellikle de Sovyetler’in çözülmesiyle zincirlerinden kurtulan kapitalist aç kurtlar emekçilere ve çevre ülkelere çok daha acımasızca saldırmaya başladılar. Günümüze dek yansıyan ve giderek şiddetlenen bu saldırıyı durdurabilecek bir güç de şimdilik pek gözükmemektedir.
Kapitalizm gidederek dikta rejimine sürüklenmekte olup, muhtemelen yakın gelecekte faşizme evirilecektir. Zira sıkışan kâr oranları, artan işsizlik ve derinleşen yoksulluk bir şekilde denetlenmeli ve sistem tekrar rayına oturtulmalıdır. Sistemin tekrar rayına oturtulması bu koşullarda fevkalade zor, hatta olanaksız gözükmektedir, zira kâr oranları gerilemesinin yeniden yükselme eğilimine geçirilmesi çok uzak olasılık, hatta olanaksızlık olarak görülmektedir.
Bu konunun önemi şuradadır. Günümüzde, özellikle de pandemi ortamının sağladığı elverişli koşuldan da yararlanan bazı çevreler “temel vatandaşlık geliri” başlığı ile bir politikayı halkımıza dayatmaya çalışmaktadır. Halkların en önemli güvencesi olan komünizmin şimdilik tarih sahnesinden çekildiği ve kapitalist dünyada kâr oranlarının gerilediği dönemde nasıl oluyor da şirin görüntülü böyle bir politika sahneye sürülmeye çalışıyor? Koşullar böyle iken, anlık parıltılarla eni sonu belli olmayan böyle bir politikanın halkımıza dayatılmasının sebep ve sonuçlarından kısaca söz etmek istiyorum. Kapitalist sistemde bu tür politikaların tartışılmasında daima artık değeri mülkiyetine geçiren patron sınıfının çıkarı etrafında oluşan görüşler ağırlıklıdır. Sosyal politikaların devamlı olarak devrede olması bir devlet politikası olmaktan çok, sistemin meşrulaştırılma aracı ve sermayeye piyasa yaratma aracı olarak görülmesi patrondan kaynaklanan görüştür. Hal böyle olunca, sosyal politikanın mı, yoksa temel vatandaşlık geliri uygulamasının mı patrona daha pahalıya geleceği tartışması bu konuda bize ışık tutar. Öyle anlaşılıyor ki, patronun hesabına göre temel vatandaşlık geliri uygulaması sosyal devlet politikaları uygulamasından daha ehven-i şerdir. İşin garibi, garip olduğu kadar da acı yanı bazı çevrelerin ağız birliği etmişçesine sosyal devlet politikalarından hiç söz etmeden, temel vatandaşlık gelirini bastırmasıdır. Açıktır ki, işsizliğin ve açlığın yaygın olduğu pandemi ortamında, böylesi cazip bir öneri, eni sonu ve geleceği düşünülmeden oldukça yaygın talep görebilir. İşte bu gelişime, savaş ertesinde Sovyet korkusu ile uygulanan sosyal devlet politikasına analojik olarak, ortada Sovyet tehdidi ve Avrupa semalarında Marks korkusu yokken sosyal devlet politikaları gibi kapsamlı projenin yerini, sistemi meşrulaştırabilecek göstermelik projenin alıyor olmasıdır. Halkımızın buna prim verebileceğine inanmıyorum, fakat çalışmalar, hem de sivil toplum örgütü görüntüsü altında sürdürülmektedir. Ne kadar acı, değil mi; halka bir parmak bal vererek, sistemin meşruiyeti ancak sermaye çıkarı yönünde sağlanabilmektedir. Çünkü sistem sermaye sistemidir; devlet sermayenin siyasi ayağıdır, sivil toplum kuruluşları da sermayenin sosyal etkileşim ve baskı aracıdır.
Şimdi bu iki olayı bir de komünizmin varlığı koşulunda düşünelim. Acaba güçlü bir sosyalizm ya da komünizm rejimi ayakta olmuş olsa idi, kapitalist ülkelerde bu denli halk aleyhine fevri ve yıkıcı önlemler alınabilir miydi, yoksa geçmişte olduğu gibi sosyal devlet politikalar mı devrede olurdu! Bunun yansıması büyük bir ihtimalle Türkiye’de de görülürdü; temel vatandaşlık geliri gibi eni sonu karanlık bir politikanın sosyal devlet politikaları yerine uygulamaya koyulmasına cesaret edilemezdi.
Reel sosyalizmin çöküşünün yaşandığı yıllarda tesadüfi olarak yaşadığım bir acı, acı olduğu kadar da öğretici olayı kısaca nakledersem, sanırım olay ve oluşumlar daha bir netleşir. O dönemlerde Taksim Toplantıları adı altında bir sosyal etkinlik yaşanırdı. Tam duvarın yıkıldığı günlerde idi, bu toplantıların bir tanesinde konuşmacı reel sosyalizmin tarihin sahnesine gömüldüğünden söz etti. Keşke o toplantı videoya alınmış olsa idi. O gün sermaye kesimi temsilcilerinin nasıl bir özgürlük hissi ile gevşediği, hatta coştuğu görüntüsünün insanlık adına utanç verici bir tablo oluşturduğu nesillere bir sömestrelik derslerden dahi daha öğretici olurdu.