29 Şubat’ın yıldönümünde
"Bu ülkenin gerçek sahipleri iyi bir mühendis, iyi bir doktor, iyi bir genetikçi, iyi bir hukukçu olmak için çaba sergileyen üniversiteliler, fabrikadaki, atölyedeki, inşaattaki işçilerden başkaları değildir. Unutmayalım, Nâzım sıkça dillendirilen “Bu memleket bizim” şiirinde, aynı zamanda, “bu cehennem, bu cennet bizim” de demektedir."
Ülkemiz için üzülmeyin, yeni bir ülke için mücadele edin
Orhan Deniz
29 Şubat 1996 tarihinde Beyazıt Meydanı’ndaki miting ile başlayan, harç ödemedikleri için üniversiteye kaydı yapılmayan öğrencilerin kayıtları yapılıncaya kadar okulu terk etmeme kararıyla devam eden ve sol tarihe “İstanbul Üniversitesi işgali” olarak geçen eylemin üzerinden tam 25 yıl geçti.
25 yıl sonra işgalle ilgili değerlendirmelerde bulunurken tutacağımız noktalar neler olmalı ya da işgalin bugüne devredebildiği bir birikimden söz edilebilir mi? Bunlar günümüzün, özel olarak Boğaziçi Üniversitesi merkezli, gelişen gençlik hareketini çözümlemek açısından önemlidir.
İşgal eyleminin bugünle bağı kurmak açısından da önemli olan ve üzerinde durulması gereken noktalarını eylemin talepleri, eylemin gelişen ve büyüyen hareket içinde temsil ettiği nitelik, ülke çapında yarattığı etki ve üniversitelerdeki sosyalist örgütlenmenin kadrolarının yaratılmasındaki katkısı üzerinden değerlendirmek gerekir.
Fakat bu değerlendirmelere geçmeden evvel kısaca işgal eylemini hatırlayalım.
Türkiye sermaye sınıfının 1990’ların başında yaşanan ekonomik krizden çıkış yollarının en önemlilerinden biri özelleştirmelerdi. Özelleştirmelerin bir ayağı kamuya ait işletmelerin büyük sermayeye doğrudan satışı iken diğeri tüm yurttaşların doğuştan hakkı olması gereken eğitim ve sağlık haklarının alınıp satılan bir meta haline getirilmesiydi.
1995-96 öğretim yılı tam da bu hedefe uygun atılan adımlarla, üniversite harçlarına yapılan %400 civarı zamla başlamıştı. Harçlara yapılan bu zamlarla üniversitelerin sadece parası olanların girebileceği ticarethanelere dönüştürülmesi yönünde düzen cephesinden cesur bir hamle yapılmıştı. Zamlara karşı tepkiler üniversitelerin farklı kampüslerindeki küçük eylemlerle başlamış ve kısa süre içerisinde hem eylemlerin niceliği hem de niteliği değişmişti.
29 Şubat İstanbul Üniversitesi işgali 5-6 ay boyunca gelişen ve etkisi tüm ülkeye yayılan eylemlerin zirve noktası olmuştur. İşgale destek için ve işgal sonrası tutuklanan öğrencilerle dayanışma için yapılan tüm eylem ve etkinlikler işgalin bu zirve olma durumunu fazlasıyla göstermiş, fakat işgal sonrası gençlik hareketinin etkisinin azaldığı ve hedeflerin değişmeye başladığı bir süreç başlamıştır.
29 Şubat işgalinin somut, görünür talebi harcını ödemeyen öğrencilerin kayıtlarının yapılması olsa da, asıl talep “Herkese eşit, parasız, bilimsel eğitim” idi. Öğretim yılı başlarken “Harç zamlarına hayır” şeklinde başlayan ve bu haliyle eğitimdeki özelleştirme hamlesini perdeleyen bu talebin düzen içi karakteri, özellikle dönemin SİP’li Öğrencilerinin öncülüğüyle, aşılmıştır.
Taleplerin bu şekilde dile getirilmesi elbette ki bir tesadüf değildir. Farklı teorik kavrayışların, farklı ülke analizlerinin ve farklı siyasi değerlendirmelerin sonucudur. “Harç zamlarına hayır” diyerek başlayanların meseleyi sadece üniversite alanına özgü bir durum olarak ele alması, çözümü zamların geri alınması ve üniversitelerin özerk-demokratik bir yapıya kavuşturulmasında araması da “eşit parasız eğitim” diyerek başlayanların meseleyi tüm ülkedeki sermaye sınıfı saldırılarının bir parçası olarak ele alması, çözümü ülkenin kurtuluşuyla birlikte değerlendirmesi de bu açıdan şaşırtıcı değildir.
Buradaki önemli nokta “en geniş kesimleri harekete geçirebilmek için o en geniş kesimlere hitap eden taleplerde bulunmak” şeklinde özetlenebilecek ve görünürde basit bir doğrunun ifadesi olan yaklaşımın, pratikte, şiddeti ve yaygınlığı ne olursa olsun “geçici” olmaktan kurtulamayan bir hareketi yarattığı ve “en geniş kesimlerin” toplumsal kurtuluş için bir dönüşüme uğramadıkları sonucudur. Bu yaklaşımın yakın geçmişte de, özellikle seçim ittifakları başlığında, çeşitli varyantlarıyla karşılaştığımızı hatırlayalım. Bu varyantların can sıkıcı tarafıysa “AKP’yi geriletmek” ya da “Tayyip’i devirmek” hedefinin “en geniş kesimlerinin” içine faşist ve gerici hareketlerin bir bölümünün de, ABD’cilik, piyasacılık, emek düşmanlığı başlıklarında AKP ile hiçbir sorunu olmayan CHP’nin de sokulmasıdır…
Oysa doğru düzen dışı talepler doğru nesnellikte hem kitleselleşme olanaklarını yakalayabilir hem de talepler için harekete geçen toplumsal kesimleri sosyalist bir dönüşüme uğratır.
Nitekim İstanbul Üniversitesi işgal eylemi öncesinde yaşanan süreçte gençlik hareketi hem taleplerini düzen dışı meşru bir zemine taşımış hem de bu talepleri ülke gündemine sokabilmiştir. “Okumuş insanlar emekçi halka karşı sorumludur” sloganını “eşit parasız bilimsel eğitim” sloganıyla birleştiren ve “Yeni bir ülke, yeni bir üniversite” diyen siyasetin geniş öğrenci eylemlerine öncülük edebilmesi sosyalist siyasetin büyüme ve seslenme açısından sonuç alıcı önemli örnekleri olmuştur.
29 Şubat’tan bahsederken dikkat edilmesi gereken bir diğer önemli husus 1995-96 öğretim yılının, gençlik hareketi açısından, 12 Eylül sonrasındaki ilk kitlesel çıkışlara sahne olmasıdır. 1980’lerin ikinci yarısıyla birlikte solun toparlanma arayışlarının üniversitelerde de bir karşılığı olmuş (hatta bu arayışın ana alanları üniversiteler olmuş) ama bunların etkileri sınırlı kalmıştır. 95-96 öğretim yılındaki çıkış bu anlamda gençlik hareketinin kısa zamanda büyük bir ivme yakalayabildiğini ve ülke gündemini belirleyebildiğini göstermiştir; benzer örnekler tarihsel olarak farklı zamanlarda ve farklı ülkelerde de gözlenebilir. Gençlik hareketinin düzen açısından bir tehdit olarak görülmesinin ana nedeni de işte bu dinamizm, etki ve yaratılan birikimle yeni yetişen kadrolardır.
Bugüne gelince…
29 Şubat’tan bu yana geçen 25 yıl ülkemiz için çok önemli dönüşümler yaşanırken, AKP’nin öncülüğünde gerçekleştirilen gerici dönüşümün en önemli hedeflerinden biri de üniversiteler ve akademi oldu. AKP’nin ülkenin bütününde olduğu gibi bu alanlarda da yarattığı yıkım oldukça büyük. Hem eğitimdeki özelleştirmeler konusunda büyük adımlar atıldı hem de yapılan müdahalelerle devlet üniversitelerindeki eğitimin niteliği düşürüldü hem de açılan çok sayıda üniversite ile üniversiteler “gizli işsizliği” saklayan istihdam alanları haline getirildi.
Bu dönem içerisinde farklı üniversitelerde çeşitli eylemler yapıldı, özellikle Gezi ve sonrası bir çok üniversitede yaratıcı protestolar gerçekleştirildi, komünist, devrimci öğrenciler tüm organize baskılara karşı boyun eğmeyen bir pratik sergilediler.
Son 2 aydır Boğaziçi Üniversitesi’ne Melih Bulu’nun atanmasıyla başlayan süreç ise hem kamuoyundaki etki hem sergilenen direniş hem de yandaş medyanın tüm kara propagandasına rağmen sahip olduğu meşru zeminle öne çıktı.
Meşru bir zemine sahip olmakla o meşru zemini sürekli kılmak ve hareketi doğru hatta tutabilmek son derece önemli elbette. Bunun için de talepleri netleştirmek ve üniversiteye yapılan saldırılarla ülkenin bütününde yapılanların kaynağının aynı olduğunu ısrarla öne çıkarmak gerektiği açık.
Melih Bulu’nun istifası talebi bu açıdan şiddeti hiç düşürülmemesi, tam aksine talebin büyütülmesi için eylemlerle desteklenmesi gereken bir talep olarak görülmelidir. Devlet tüm saldırılara, ablukaya, kara propagandaya rağmen üniversiteye boyun eğdirememiştir ve burada sonuç alamamanın mevcut rejimde yaratacağı tahribatın da fazlasıyla farkındadır. Yani, Melih Bulu’nun istifasının AKP rejiminin ilk domino taşı olmasının koşulları pekala mevcuttur.
Gelelim ülkemize…
Boğaziçili bazı öğrencilerin çektiği ve “ülkem adına çok üzgünüm” dedikleri videoların samimiyetleri açık, ama bu videoların bir talihsizlik olduğu da açık olmalı.
Bu başlığın halk, halkın bilinçliliği, ideolojinin etkisi gibi çeşitli başlıklarla birlikte geniş bir çerçevede ele alınması gerekiyor. Burada bu kadar geniş bir çerçeve çizemeyeceğiz, fakat şunu mutlaka belirtmeliyiz: Kendini ayak bastığı topraklara ait hissetmeyen, bu topraklarda kendiyle ilgili bir şey bulamadığına inanmaya başlayan bir hareketin sonuç alması mümkün değildir. Aidiyet ise sahiplenmek ve dolayısıyla mücadele etmekle ilgilidir.
AKP’nin sahip olduğu maddi olanaklar ve medya gücüyle yaratmaya çalıştığı güç ideolojisinin en önemli unsurlarından biri kendilerinin ülkenin sahibi olduğu ve halkın büyük kesiminin de bunu desteklediğidir. Hiçbir şey üretmeyenlerin, üretenlerin biriktirdiklerini kendi kişisel bekaları için tüketmekten başka bir şey yapmayanların bu ülkenin sahibi olması nasıl mümkün olabilir ki!
O nedenledir ki bu ülkenin gerçek sahipleri iyi bir mühendis, iyi bir doktor, iyi bir genetikçi, iyi bir hukukçu olmak için çaba sergileyen üniversiteliler, fabrikadaki, atölyedeki, inşaattaki işçilerden başkaları değildir.
Unutmayalım, Nâzım sıkça dillendirilen “Bu memleket bizim” şiirinde, aynı zamanda, “bu cehennem, bu cennet bizim” de demektedir.
Cehennemi cennete çevirmek hem gençliğin hem işçilerin mücadelesine ve örgütlülüğüne bakmaktadır…