Neyin seçimi?
Diğer bir deyişle, her kriz döneminde ileri merkezlere yaklaşım önce bir rahatlama yaratıp, ileri dönemlerde krize yol açmıştır. Aynı süreç AKP dönemi için de geçerlidir. Anlaşılmaz şekilde, ilk dönemleri yüceltilen AKP yönetimi, ikinci döneminde yerilmektedir. Oysa AKP, kendi ara manevraları dışında, her iki döneminde de aynı felsefeyi gütmüş, birinci döneminde IMF denetimi ve küresel sermaye bolluğunu yaşarken ülkeyi bugünlere sürükleyecek politika halkın gözünde, ne yazık ki kendilerine aydın süsü verenlerin gözünde de parlamıştır. Oysa, o parlaklıktır ki, bizi kaçınılmaz olarak bugün buralara getirecekti.
Ülke bir seçime doğru gidiyor. Seçim süreci bir karar verme sürecidir. Türkiye’nin ulusal ve uluslararası koşullarda zorlandığı karar sürecinde karşı karşıya olduğu mesele, önümüze getirilecek sandıktan hangi siyasi partinin ya da kişinin çıkacağından çok, ne tür bir siyasi rejimle, hatta onun da ötesinde ne tür bir ekonomik sistemle yoluna devam edeceği meselesidir. Böylesi vahim koşulda önümüzde çoklu seçim seçenekleri olması gerekirken, iktidara başat tek adam yönetimi, gereksiz ve yetkisiz bir yeni anayasa zorlaması ile örgüt perdelemesi altında aslında özde kişisel beka uğruna ülkenin açılımı önündeki hedefleri tıkamaya yeltenmektedir. Ülke ufkunun açılımının sağlanması amacıyla böylesi dar ve çıkar amaçlı hukuksal manevralara tüm halkın şiddetle karşı çıkması ülkenin bekası açısından kaçınılmazdır. Günün koşullarında hemen tüm kamu ve özel kesimin de bir bölümü üzerinde kurulmuş tek adam hakimiyeti koşulunda çoğulcu yönetsel sistem ve farklı ekonomik yapılanmayı gündeme taşıyacak bir anayasa yapılması olanaklı olmadığından, yönetime başat siyasi partinin böylesi bir kalkışa girişmesi kabul edilemez, hatta tartışılamaz dahi!
Çoklu bir “Kurucu Meclis” hakimiyetinde yapılabilecek anayasada kesinlikle parlamenter sistem gündeme getirilmelidir. Bunun sebebi, parlamenter sistemde tek adam sistemine geçişin tüm yönetsel ve denetsel kurumaların belli merkeze bağlanarak, yönetimde ve denetimde ülke aleyhine kararların alınması ve olası hata ve/veya yanlışların önlenebilme olasılığının tek adam rejimine göre daha yüksek olmasıdır. Zira tek adam rejiminde yönetim üzerinde yasal denetim çalıştırılamadığı gibi, bir dizi hata ve yanlışların da halı altına süpürülmesi nedeniyle halk bilinci uyarılamamakta ve toplumsal siyasi tercihler de baskı altına alınabilmektedir.
İç yönetsel açından gelişen patolojiler yanında, belki onlardan da öte dış siyasette ve uluslararası alanda ülke üzerinde emperyalistlerin ülke üzerinde kurabileceği ekonomi ve yönetsel hakimiyet anlaşılamadığı gibi, engellenememektedir de. Nitekim son ABD ve Rusya görüşmelerinde tanıksız yürütülen bire bir toplantılar kesinlikle ülkenin aleyhine görülmelidir. Bu durumlarda alınan kararlar fiilen ülke aleyhine olmasa dahi, tanıksız toplantılarda halkların görüşmecinin arkasında olarak algılanmayacağı ve tek adamın etki altında tutulabileceği düşüncesiyle siyasi ya da ekonomik teslimiyet her an olası olabilir. Bu riski gidermenin tek yolu uluslararası toplantı ve müzakerelerin halkların desteğinin sağlandığı algılamasının yaratıldığı şekilde tanıklar huzurunda yapılmasıdır. Bu ve benzeri sebeplerden dolayıdır ki, tek adam rejimine son verilmeli ve bazı çevrelerin ifade ettiği üzere “tekrar koalisyonlar dönemine mi gireceğiz?” sorgulamasından ürkülmemelidir.
Eğer ülke siyasilerinin uluslararası görüşmelerde itibarını sağlayacaksa, evet tekrar koalisyonlar dönemine girilmelidir. Eğer parlamento kararları burjuva demokrasisini yansıtırcasına da olsa, bir nebze halkın lehinde alınabiliyorsa, evet koalisyonlar dönemine girilmelidir. Çünkü, parlamentonun oluşumu ve işleyişi her ne kadar burjuva felsefesi altında oluşsa da, ülkede her kuruma başat olan, her kararın iki dudağından çıkmasını ferman buyuran tek adam rejimine evladır. Buna rağmen, bilinmelidir ki, sistem kapitalizm içinde seyretmektedir ve kapitalizmin işleyiş kurallarına tabidir ve er ya da geç bir gün kapitalizmin paletleri altına girmeye mahkûm olacaktır. Tek adam rejiminden parlamenter sisteme geçiş, emperyalistin oyun alanını daraltabilir, fakat tümüyle ortadan kaldıramaz. Nitekim Kurtuluş Savaşını vermiş bir ülke olan Türkiye, özel dünya koşulları nedeniyle salt 1930’lar Devletçilik dönemi hariç, hemen her dönemde, farklı görüntü ve araçlarla emperyalizmin pençesine alınmıştır. Bu bağlamda, 1950 kırılması da, 1980 savrulması da, günümüzün AKP teslimiyeti ve içinden geçtiğimiz, ne zaman ve hangi koşullarda düzlüğe çıkacağımız belli olmayan derin bunalım da rastlantısal değildir. İşin ilginci, yaşadığımız her bunalıma giriş, maalesef, bizatihi Türkiye’nin yaşadığı krizden çıkış yolunun yarattığı sonuç olarak karşımıza çıkmıştır. Diğer bir deyişle, her kriz döneminde ileri merkezlere yaklaşım önce bir rahatlama yaratıp, ileri dönemlerde krize yol açmıştır. Aynı süreç AKP dönemi için de geçerlidir. Anlaşılmaz şekilde, ilk dönemleri yüceltilen AKP yönetimi, ikinci döneminde yerilmektedir. Oysa AKP, kendi ara manevraları dışında, her iki döneminde de aynı felsefeyi gütmüş, birinci döneminde IMF denetimi ve küresel sermaye bolluğunu yaşarken ülkeyi bugünlere sürükleyecek politika halkın gözünde, ne yazık ki kendilerine aydın süsü verenlerin gözünde de parlamıştır. Oysa, o parlaklıktır ki, bizi kaçınılmaz olarak bugün buralara getirecekti.
İleriyi algılayamayan an’ı değerleyemez. Yeni Ülke son sayısında çok yararlı, bir o kadar da kimi çevrelerin iç huzursuzluk ve karanlık psikolojilerini sergileyici bir yazı yayınladı. Adeta Freud’un betimlediği gibi, huzurlu dış görüntünün perdelediği derin iç çatışmalarının patlarcasına yansıtıldığı karelerin yer aldığı ilginç yazıda, ileriyi algılayamadan sahte aydın piyasasında yer kapma yarışına girişerek toplumun bugünkü hazin akıbete sürüklenmesinde rol oynamış yetmez ama evet aydıncıklarının sahneye dönüşünün hazin hikâyesi verilmektedir. Allen Oakley ve daha birçoklarının belirttiği gibi, devrimci düşünüşün ve büyük eserlerin oluşum süreci hazmedilmeden yapılan şablon Marksizm bizzat Marks’ı da şiddetle sinirlendirebilecek cehalettir. Bundan dolayıdır ki, Marks dahi bir dizi toplantıda süreci dikkate almadan yukarıda dayatılan sistemleri öneren solculara dahi şiddetle karşı çıkmış ve ünlü hikâyesiyle, “Marksizm böyle algılanıyorsa, ben Marksist değilim” diyebilmiştir. Evet, yukarıdan dayatmacı sistem yaratılamaz, fakat sistemlerin yürüyüşünde hızlandırıcı ve yavaşlatıcı unsurlar devrede olabilir. Yetmez ama evetçi güruhun ülkeye maliyeti, çöken küresel kapitalizme kazancının yansımasıdır. İşte Marksist olduğunu savlayan insanlar hiç değilse süreci ince zekâlarından geçirmiş olsalardı, Marks’ın neden büyük eserle yetinmeyip, Engels’in büyük katkılarıyla Komünist Manifesto’yu üretmiş olduğunu algılayabilirlerdi. Marksist görünmek kişiliğin korunma zırhı olamaz. Marksist olmak ise, anlık parıltılarla değil, süs zırhı olarak taptıkları üstadı bir nebze de olsa anlayarak süreç ve nedensellik analizi ile gidişatı görüp, belirli yanılma payı ile bugünleri öngörebilmek demektir. Bilimsel analize dönüştürülmeyen anlık bilgi sadece bir veridir, ondan öte bir değeri haiz değildir.
Nedensellik ve süreç analizi bize AKP iktidarının sıkışan kapitalizmin nasıl iktidara getirildiğini çok net gösterir ve göstermiştir de. Parıltılı olarak algılanan dönemlerde dahi AKP’ye zerre kadar itibar etmeyen görüş sahipleri ne parti farkı ne de kişisel çıkar ya da hırsla hareket etmişlerdi; bu insanlar süreci görmüş ve Türkiye’nin emperyalizmin hangi aşamasında nasıl bir görev ile taltif (!) edilerek soyulacağını anlamışlardı. Şu da doğaldır ki, uluslararası soygunda prim mekanizması da devreye alınır ki, işbirliği suhuletle yürütülebilsin. Bu kadar alt yapı betonlaşması rastlantısal mıdır sizce? Devletin daha ucuza mal edebileceği yollar, köprüler, geçitler vs, tabii ki Merkez Bankası’nın rezervlerini eritecek, halkı yoksullaştıracak idi. Bunda fazla şaşılacak, anlaşılamaz bir şey yok ki!
Bu aşama ufkumuzun salt yönetsel sistem sürecinde kitlenmeyip, ekonomik sistem süreci seçimine uzanmasına yol açar. İşte, siyasal sistem sürecinin ekonomik sistem sürecine yönlendirici yapılandırılmasıdır ki, Marksist sistem analizi ve sürecin yönlendirilmesi ile ufukta ekonomik sistem oluşum parıltıları görülebilsin. Açıktır ki, AKP’nin eğitimde imam hatipleştirme, siyasette diyanetleştirme ve sosyal destekte de partisel hibe sistemini oturtması salt AKP’nin ve tek adam rejiminin beka gerekçesi değil, emperyalistin avuçlarını ovuşturmasının olduğu kadar, ülkenin de, fark edilemez şekilde zamanla potansiyelinin eritilmesinin sebebidir.
Önümüzdeki seçim zor olacak, doğrudur. Ancak, YAE aydıncıkları gibi kuklalar devrede olmaz ise, halkımızın zekası ve öngörüsü bu zorlukları aşabilir ve seçim sürecini, uzun vadeli düşünerek, ufukta ekonomi-sistem tercihine götürecek şekilde, kısa veya orta vadede siyasal-yönetsel seçişe yönelebilecek güce ve kapasiteye sahiptir.