Otoritenin anatomisi
İcraatının çıplak görülmesinden hoşlanmayan diktatörler, emek sömürüsü üzerinden servet yapan kan emiciler, otorite kaybına uğrayacağını düşünen din pazarcıları tabii ki medyayı ve yargıyı olduğu gibi, görüntüye ayna tutma özelliği taşıyan üniversiteyi de denetlemek, hatta baskılamak isteyecektir.
Bu başlık, maalesef rektörler düzeyinde dahi çok sık rastladığımız intihali andırıyor, ama intihal değil. Hannah Arendt’in kitaplarının birinde böyle bir başlık olabilirdi, zira Arendt otorite ya da totalitarizmin kökenlerini ve işleyişini biz okurlara çok detaylı ve anlaşılır şekilde vermiştir. 1975 yılında aramızdan ayrılmış olan Arendt keşke bir yarım asır daha yaşasaydı da çok zengin bir modern totalitarizm tanığı olarak bizlere durumumuzu analiz etse idi.
Boğaziçi olayları bizatihi kendisi ve iltisakları ile çok zengin, fakat bir o kadar da içimiz yakan olaylar geçidi şeklinde gelişti ve daha da gelişeceğe benziyor. Bir ucuyla ilgisiz şekilde LGTBİ savına, diğer ucuyla da Kâbe resimli örtü meselesine kadar çekilerek inanılmaz maharetle özünden uzaklaştırılmaya çalışılan olay, bir yönden inanılmaz sabır ve inatla sürdürülürken, bir başka yönden de siyasi müdahalelerin yakışıksız görüntülerinin sergilemesine vesile olmaktadır.
İstanbul Üniversitesi kapısı önünde Boğaziçi protestosunu protesto eden –ki, anayasal haklarıdır- gruba izin veren hükümdarlık, ne ilginçtir ki, birkaç gün sonra aynı yerde Boğaziçi olayına, daha doğrusu üniversite olayına sahip çıkan öğretim üyeleri grubuna -ki, o da onların anayasal haklarıdır- son anda izin vermedi. Bu idare şimdi demokrasi ve özgürlükler adına anayasa yapmaya kalkıyor. Niye kalkmasın ki! Edwin Mansfield’in 1974 baskısı Monopoly Power and Economic Performance adlı kitabında belirttiği üzere, 1937 yılında Berlin’de halka hitaben yaptığı konuşmada İtalyan faşisti Mussolini aynen şunu söyleyebilmiştir: “Günümüzde dünyada yaşayan en büyük ve güçlü demokrasiler İtalya ve Almanya’dır.” Aynı eserde kaydedildiği kadarıyla, Hitler de bir konuşmasında Allah’ın kendisine verdiği uyurgezerlik-vecd hali güvencesi ile işlerini yürüttüğünü söyleyebilmiştir. Hitler, herhalde kendisine böyle vecd anlarında gelmiş olan vahi ile Almanya’nın yarısını ölüme, dünyayı da büyük felakete sürükledi. Faşizmin yükseldiği dönemlerde Kilise de etkin şekilde devrededir. Katolik Kilisesince 1931 yılında yayınlanan papalık bildirisiyle İtalya faşizmi dünya nazarında güç kazandı. Kapitalizmin ve onun sıkışık anlarında yükselen faşizm ya da başka şekillerde oluşan diktatörlükler daima yanlarına dinsel örgütleri ve söz konusu örgütlerin baş temsilcilerini alır. Diktatörler halkın nazarında meşruiyet kazanabilmek amacıyla içini boşalttıkları ve şekle dönüştürdükleri dinsel kurumları yanlarında devreye sokarlar. Marks’ın, dinin bir kurum olarak sosyal alana çıkmamasını meşrulaştırmasının gerekçesi çok açık değil mi! Aynı şekilde, Marks’ı din üzerinden karalamaya çalışan faşistlerin mantığı da çok açık değil mi! Marks’ın öğretisinden anlıyoruz ki, tarih çok önemli bir bilim ve öğreti alanıdır. Ne var ki, ilk kez ve bir kez yanılmak doğaldır, ama tekrarlanan yanılgı akıl düzeyi ile ilgilidir.
Boğaziçi olayı salt Boğaziçi olayı olmadığı gibi, salt üniversiteler meselesi de değildir. Bilimsel özgürlük, tüm toplumsal güç ve baskı kurumlarından azade olan özerk kurumlarda yürütülebilecek faaliyettir. Bu sav hiçbir kişisel ya da partisel çıkarla ilgili olmayıp, tam tersi toplumsal ve evrensel yararla ilgilidir. Ondan dolayıdır ki, Boğaziçi olayı, tüm üniversiteler üzerindeki baskının da yansıtıcısı olarak, salt Türkiye’de ve Boğaziçi ile sınırlı kalmamış, diğer üniversitelere, hatta geniş çapta yurt dışına da taşmıştır. Yinelemek gerekirse, üniversite denen en üst düzeyli bilim ve araştırma kurumları her türlü toplumsal baskıdan masun olursa, bundan, baskıcı iktidarlar ve öz çıkar peşinde koşan her türlü toplumsal baskı organları hariç, ülke de insanlık da yarar sağlar.
Şimdi, eğer bu sav doğru ve geçerli ise ve eğer Boğaziçi’ne atanan rektör bir öğretim üyesi olduğunu iddia ediyorsa, nasıl oluyor da bilimsel özgürlüğe sahip olması gereken kuruma yapılan bu müdahaleyi içine sindirebiliyor ve bizzat kendisini atama emri ile yapılan bu göreve uygun görüyor? Bu durum aklı başında bir insanın kişiliğini ifna etmesinden farksızdır, bu insanın manevi intiharıdır. Mesele günlerce masum öğrencilerin ve öğretim üyelerinin fevkalade olgun ve etrafa zarar vermeden yaptığı protestoya karşı durmak kadar basit olmayıp, bir akademisyen olarak atanan bir insanın bizzat kendisinin de bir mensubu olduğunu savladığı akademi dünyasına yönelik haksız müdahaledir.
Aynı durum, rektörün yardımcılığını kabul etmiş iki akademisyen için de geçerlidir. Bu akademisyenler kafalarına koydukları mezar taşını savunabilmeleri için üniversitelerin özgür, akademisyenlerin de özerk olmamaları gerektiğini yazmaları ve bu iddialarını kamuoyu önünde savunmaları gerekir. Rektör yardımcılığını kabul etmiş iki hocanın meslektaşlarına ve öğrencilere karşı çıkışı basit bir itiraz ya da bir gruba karşı çıkış niteliğinde olmayıp –konu bu olsaydı, sorun olmazdı- bizzat kendisinin de bir üyesi olduğu kurumum tarih boyunca ihraz ettiği kurumsal özerklik ve onun bünyesinde barınan bilimsel özgürlük anlayışı karşıtlığıdır ki, bu durum dar tanımı ve işlevsellik bakımından savunulamaz. Bir an bu görüşlere karşı çıkılabilir olarak düşünsek dahi, bu savı ileri sürerken ünlü Lysenko olayı, onun da ötesinde Hitler’in Avrupa’nın en köklü üniversiter geleneğini yok etme cinneti gözden uzak tutulamaz.
Kısacası, tartışılan konu salt Boğaziçi ile sınırlı olmadığı gibi, atama yanlışlığının da çok ötesinde, yargıda olduğu gibi eğitim ve bilim kurumlarının da içini boşaltmak ve işlevsizleştirerek, araçsallaştırma anlamını taşımaktadır ki, bu durum üniversiteleri de aşarak tüm ülkeyi saran derin bir tehdittir. Bundan dolayıdır ki, başta TÜBİTAK olmak üzere tüm yüksek eğitim kurumlarına sahip çıkılmalıdır. Eğitim kurumları hiçbir dönemde ve hemen hiçbir ülkede siyasi yapılarla ve sair toplumsal baskı kurumlarıyla fazla barışık olmamıştır. Bunun sebebi, eğitim kurumlarının her türlü direktif ve baskıdan uzak olarak gerçeği halkın önüne sermesi ve siyasi kararların olabildiğince demokratik temele oturtulmasına destek sağlamasıdır. İcraatının çıplak görülmesinden hoşlanmayan diktatörler, emek sömürüsü üzerinden servet yapan kan emiciler, otorite kaybına uğrayacağını düşünen din pazarcıları tabii ki medyayı ve yargıyı olduğu gibi, görüntüye ayna tutma özelliği taşıyan üniversiteyi de denetlemek, hatta baskılamak isteyecektir.
Üniversitelerin kurumsal yapılar olarak korunması başka konudur, yapılmış ya da öyle görülen yanlışları eleştirmek başka konudur. Bir noktayı gözden kaçırmayalım ki, topluma ve özellikle de siyasete ilk bakışta ters gelen bazı konular da üniversitelerde incelenebilir, hatta incelenmeli ve belki de konunun hiç öngörülmedik bir boyutu ortaya koyulmalıdır. Üniversite böyle bir yerdir; adaleti temsil eden kızın gözü bağlı olduğu gibi, üniversiteyi temsil ettiğini düşünebileceğimiz kitabın da yazarı meçhul, kapağı kapalıdır. Başka bir deyişle, araştırmalar sonuca göre tasarlanıp, sonucu sağlamak üzere kurgulanmaz; sonuç da bizzat kurumun özelliği gibi din, milliyetçilik, sermaye, siyaset ya da sair kimlik veya aidiyet içeriğinden yoksundur ve çıplak görüntüdür. Bu hali ile bulgular kiminin ya da bir görüşün hoşuna gidebileceği gibi, başkalarının ya da başka görüşlere zıt gelebilir. Sipariş üzerine yapılmayan araştırmanın özelliği ve sonuçları budur. Üniversitelerin her türlü siyasal, sermaye, dinsel vs toplumsal baskılardan masun olmasının anlamı, üniversitelerde yapılan çalışma ve araştırmaların alanı ve işlem biçimi ile özgür olmasını ifade eder. Böylesi faaliyetlerde üniversiteye yüklenecek suçlama çalışma ve faaliyet alanı ile ilgili değil, çalışmanın yöntemi ile ilgili olmalıdır. Genellikle yanlış anlaşıldığı şekilde, bilimsel çalışmaların “bilimsellik” niteliği suya sabuna dokunmaması ile ilgili olmayıp, yöntemi ile ilgilidir. Üniversite siyaset dışı değildir; üniversitenin siyaseti özgürlük, kardeşlik ve dayanışmanın sağlanmasıdır ki, bu dayanışma Fransız Devrimi’nin ortaya saçtığı burjuva demokrasi anlayışı ile değil, herkesin üretimi üzerinde mutlak tasarruf hakkı olmasıyla sağlanabilecek ekonomik demokrasi ile olanaklıdır. Üniversite siyaseti budur! Bu siyaset sermayeye, onun siyasi uzantısı politikaya, bu dokular etrafında palazlanan ve onları koruyan şekilsel dinsel çevrelere dokunmaz mı! İşte mesele öz halinde budur.
Boğaziçi müdahalesi üniversiteler üzerinde siyasetin ilk etkisi değildir. Bu süreç 1982 Anayasası ile getirilmiş YÖK sisteminin üniversiteleri denetleme aracıyla başlatılıştır. 1982 yılından günümüze dek rektör atama ve üniversite yönetimlerinde görülen giderek yükselen yanlış ve kurumu çökertici müdahalelerin aşırılaşmaya başlaması dönemsel iktidarların zihniyeti ile ilgilidir. Diğer bir deyişle, ana sistem değişmeden üniversiteler üzerindeki bulutların giderek kararması, siyasi barometre işlevini görme niteliğindedir. Barometrenin çok yükseldiği, bulutların çok karardığı bir anda ortaya atılan anayasa yapımı savı, hem de bu savı demokratik vurgusu ile bezemeye çalışma gayretlerinin inandırıcılığı bir yana, ülkeyi saran bulutların meşrulaştırılmaya çalışılmasının açık göstergesidir. Ülkeyi saran bulutlar emperyalizm ve finans baronlarının keyif sofralarında tevzi edilen görevlerle işlenmiş hataların sonucu olarak, bulutların ülkeyi yasal olarak kaplamasına yardımcı olmak, basit bir anayasa inşasının çok ötesinde, yüz yıla varan burjuvazi nitelikli de olsa demokratikleşme çabalarından da geri gidiştir. Burjuvazi demokrasi yürüyüşünü tamamlayamamış, proleter oluşturabilecek kadar ekonomik sanayileşme ve kalkınmasını gerçekleştirememiş bir ülke devrimden ve insan haklarından uzak demektir. Böyle bir ülke yerüstü ormanlarının tahribi pahasına, yok değere yer altı altın ve ya madenlerini yabacılara verir, çünkü siyaset zor durumdadır ve paraya ihtiyaç vardır. Bu durumdaki bir ülke doğudaki çocuklar eğitim alabilmek için dağ başlarına giderken uzaya gitme projesi ile yandaşı heyecanlandırıp bütçeye üç beş kuruş tahsisat koymanın yanında, emperyalist emellerle savunma sanayi alanına hızla yatırım yaparak, sayıştayın da izleyemeyeceği alandan siyaseti desteklemeye çalışabilir.
Kurumların tedriç en çökertilmesi oyun stratejisidir. Uyanma zamanı geldi de, geçmektedir!