Dinci faşizme karşı barikat: Laiklik
26-09-2021 10:51Laiklik tartışmalarında bazen görünmez hale gelen olgulardan bir tanesi işin siyasal boyutu. Laikliği salt felsefi, idari ya da akademik bir kavram olarak ele aldığınız zaman özellikle siyasal İslâm ve dinci gericiliğe karşı verilecek siyasal mücadele geri plana düşmektedir.
Neşe Deniz Babacan
Laikliğin siyasal temellerini ele almak gerektiğinde öncelikle iki başlığın altının çizilmesi gerekiyor. Bunlardan birincisi, feodalizmden ve bunun toplumsal yansıması olan Ortaçağ gericiliğinden çıkışın aydınlanma düşüncesi ile birleşmesi sonucunda Avrupa’da laikliğin siyasal bir anlam kazanması olarak ifade edilebilir. İkincisi ise, yine Avrupa’da başlayan burjuva devrimleri ile birlikte laikliğin devlet yönetiminde kazandığı siyasal anlama yapılan vurgu olarak ele alınmalıdır.
Dolayısıyla bugünden geçmişe doğru baktığımızda da, laikliğin günümüze taşınmasında özellikle kapitalizmin ortaya çıkışını, imparatorlukların yıkılması, burjuvazinin iktidara gelişini ve yeni kurulan kapitalist devlet eliyle dinsel yönetim biçimlerinin tasfiyesini görmekteyiz. Çok açık bir şekilde tanrıdan alınan güç yerine, paradan daha doğrusu sermaye birikiminden alınan güç yeni bir sınıfın elinde iktidarın tesisinin yolu olurken, laiklik de bu süreçte bir anlamda burjuva devrimlerinin önemli bir kilometre taşı olmuştur denilebilir.
Bununla birlikte tarihsel anlamda var olan bu siyasal karakter, özellikle Avrupa’da kapitalizmin gelişimi ve devlet yapılarının oturması ile birlikte daha yerleşik bir hale gelirken, idari yanı daha ağır basan ve kabaca laiklik=din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması olarak formüle edilen bir şekilde ele alınmaya başlanmıştır. Türkiye gibi, burjuva devrim sürecini 20. yüzyılda yaşayan ve İslâmiyet’in yaygın olduğu ülkemizde de kavramın günümüzde bu şekilde ele alınmasının objektif nedenleri olduğunu söylemek mümkündür. Ancak bununla birlikte, siyasal İslâm’ın Türkiye’de ve Ortadoğu’da gelmiş olduğu noktaya dikkat edilirse, içi boşaltılmış ya da dar bir tanıma hapsedilmiş olan laikliğin, emekçi sınıfların kurtuluş mücadelesinde bir yere oturmayacağı açıktır.
Buradaki siyasal düzeyi zayıflatan noktalar ise şu şekilde sıralanabilir: Din işleri ile devlet işlerinin eşit kategoriler olarak görülmesi, devletin din ya da inanç mekanizmasının özellikle siyasallaşması karşısında tamamen kayıtsız bir pozisyonda kalması, devletin laik karakteri yerine bireylere atfedilen bir laiklik kimliğine yapılan aşırı vurgu, gerçek anlamda inançsal, dinsel ve vicdani özgürlüklerin garantisinin laiklik olması yerine özgürlükçü laiklik adı altında dinci gericiliğe alan açılması gibi bir dizi başlığı bu noktada sayabiliriz.
Kabaca bu değerlendirmeler ışığında, laikliğin politik bir anlamı olduğunu, tanım itibariyle din, devlet ve dünya işlerinin birbirinden ayırma konusunda kritik bir noktada durduğunu, tarihselci anlamda bakıldığında burjuva devrimleriyle laiklik bağlamında ulaşılan çizginin sosyalist devrimler açısından üzerine basarak yükselmeyi sağlayacak bir karakter taşıdığını söylemek önem taşımaktadır. Çünkü sosyalist devletler aynı zamanda laik devletlerdir.
Siyasal İslâm, Türkiye ve laiklik mücadelesi
Köken olarak bakıldığında, Eski Yunan’da ve Roma İmparatorluğu’nda din adamı olmayan halka verilen isim olan “laicus” kavramının günümüzde bireysel bir anlam dışında nasıl bir toplumsal anlam taşıdığını kabaca açmaya çalıştık.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde de önemli bir yere oturan laiklik kavramı, günümüz Türkiyesi’nde ise AKP iktidarı ile birlikte alenileşen ve “dinci faşizm” olarak ifade edebileceğimiz siyasal hatta karşı mücadelenin önemli siyasal bir parametresi olmuştur.
Özellikle, İslâmiyet’in ağırlık oluşturduğu toplumlar ve bir dizi devlet içerisinde güncel olarak da bu sorun yakıcı bir şekilde varlığını hissettirmekte, emperyalizm açısından da bu durum fırsata çevrilmektedir. Elbette bu fırsata çevirme durumu emperyalizm açısından salt objektif bir değerlendirme konusu değil. Siyasal İslâm’ın, çeşitli İslâmcı ya da cihatçı örgütlerin, bunların iktidara geldiği bir dizi ülkenin emperyalizm tarafından yaratıldığı, büyütülmesi ve kullanılması 20. yüzyılda ortaya çıkmış olan büyük bir gerçekliktir. Dolayısıyla siyasal İslâm ve dinci gericilik, soğuk savaş döneminden başlayarak, emperyalizmin en önemli aparatı rolünü oynamıştır.
Burada kritik bir noktanın altı çizilmelidir. Emperyalizme karşı mücadele ve ulusal kurtuluş mücadeleleri ile birlikte özellikle 20. yüzyılda şekillenen bir dizi ulus devletin kuruluş dinamikleri içerisinde laiklik yer etmiş, tam da o yüzden sosyalizmin çözülüşü öncesi ve sonrasında siyasal İslâm’ı emperyalizm her noktada bir silah olarak kullanmıştır. Adı geçen burjuva iktidarlarında ise laikliğin egemen sınıflar açısından hangi oranda siyasal anlamda ele alındığı önemli bir noktadır. Bu anlamda laikliğin siyasal toplumsal bir karakter kazanıp kazanmamasından, sınıfsal ittifaklar üzerinden burjuvazinin dinci gericiliğe onay vermesine ve emperyalizmle kurulan ilişkiler bağlamında örneğin ülkemizde İslâmcılığın ve İslâmcı örgütlerin siyasal bir karakter kazanarak iktidara kadar yerleşmesine varacak kadar bir dizi başlık yaşanmıştır, yaşanmaya da devam etmektedir.
Ülkemizde yaşanan durum sermaye sınıfı tarafından laikliğin içinin boşaltılması, iktidarın adım adım siyasal İslâmcı güçlere geçmesi ve bugün yaşanan siyasal tartışmalar ile birlikte laikliğin kağıt üzerinde kalması olarak özetlenebilir. Dinci gericiliğin gerek Türkiye’de gerekse bölgedeki karakterini tanımlamak için “dinci faşizm” kavramı özellikle İslâmcı güçlerin pratiğini açıklamak için de elverişli görünmektedir. Bunun panzehirinin ise laiklik mücadelesinde olduğu açıktır.
Dinci faşizm ve demokrasi sevdalısı cihatçılar
Emperyalizmin kullanışlı aparatı olan siyasal İslâmcılık ve cihatçılık üzerine çok söz söylendi. Ancak ülkemizdeki ve bölgedeki pratiğe bakılırsa özellikle mezhepçilik boyutu da ele alındığı zaman, işin ırkçılığa kadar varan boyutlarını görmek mümkündür.
Türkiye’de burjuva düzenin “demokratikleştirilmesi” adına din siyasetine onay verilmesi ile Türkiye’nin emperyalizmle bütünleşme tarihi ile paraleldir. Buradan Amerikan 6. Filosunu kıble olarak belleyen İslamcı örgütlerin, ilericilere saldırarak Kanlı Pazar’ı hayata geçirmeleri ve din uğruna insanları öldürmeye varacak kadar bir yolu seçmeleri, ülkemizdeki dinci faşizmin köklerini ve yönelimlerini görmek açısından önemli bir örnektir.
Elbette bunun öncesi de var. Ancak devamına bakalım. Çorum, Maraş, Sivas katliamları dinci gericilik ve mezhepçilik ekseninde işlenen katliamlar olarak tam da çizdiğimiz çerçeveye cuk oturan örnekler olarak ele alınmalıdır. İlk ikisi 12 Eylül’ün yolunu açan, üçüncüsü ise 12 Eylül faşizminin yolundan ilerleyen olaylar olarak tarihe geçmiştir. Bu örneklerde yaşananlar ile Ortaçağ’da yaşananlar arasında hiçbir fark olmadığı herkesin malumu olmalı. 12 Eylül bugün iktidardaki AKP’nin ve siyasal İslâm’ın yolunu açan bir olgu olarak kritik bir noktada durmaktadır. Bu bağlamda, “Sivas’ta yakanlar, AKP’yi kuranlar” cümlesinin ne kadar büyük bir tarihsel gerçekliğe işaret ettiğinin altını çizmek yanlış olmayacaktır.
1980’li ve 90’lı yıllarda İslâmcı örgütler tarafından katledilen aydınlar ve gazetecileri alt alta yazdığımızda dinci gericiliğe yol verilmesi için canla başla çalışan liberaller acaba şapkayı önlerine koyup düşünüyorlar mı bilemiyoruz? Ancak çıkıp bugün insanların özgürlüklerini baskı altına almaya çalışan AKP iktidarına muhalefet ederek geçmişteki suçlarını gizlemekle yetiniyorlar gibi görünüyor. Ya da belki içlerinde cihatçılardan “demokrasi” bekleyenler vardır kim bilir?
Yaşadığımız bölge ve diğer ülkeler de bu anlamda dinci gericilik, cihatçılık ve laiklik düşmanlığından çok çekmektedir. Müslüman Kardeşler örgütlenmesi, Vahhabilik ve bunların uzantısında ortaya çıkan bilumum cihatçı yapının yaklaşık son yirmi yıldır bölge halklarına yaşattığı şey katliamlar, siyasi cinayetler ve insanların birbirlerine kırdırılmasından başka bir şey değildir.
AKP’nin dostları kimlerdir ve insanlığa karşı nasıl savaşırlar?
Bugün Afganistan’da iktidara gelen Taliban, Suriye’deki yönetime karşı demokrasi diyerek ortaya çıkan emperyalizm destekli cihatçı örgütler, IŞİD, El Kaide, Müslüman Kardeşler vb… tüm siyasal İslâmcı örgütlerin pratiğinden dinci faşizm dışında bir şey çıkmadığı çok açık bir şekilde ortadadır. Türkiye’de ise Müslüman Kardeşler’in acentesi pozisyonunda olan AKP iktidarı ile ABD’nin aparatı FETÖ’nün ülkeyi getirdiği nokta yukarıda saydığımız tarihsel arka plandan bağımsız ve adı geçen İslâmcı örgütlerden asla ayrı sayılamaz. Türkiye tarihinin en büyük bombalı katliamlarının yaşandığı bir dönemde iktidarda bulunan AKP’nin, Suriye’de yaşanan savaşın bakiyesini ülkemize taşıması, IŞİD’in yaptığı saldırılarda yüzlerce insanımızın yaşamını yitirmesi, devamında 15 Temmuz darbe girişiminde ortaya çıkan Meclis’in bombalanması ve 250 kişinin ölmesi gibi olgular, dinci gericiliğin her anlamda faşist karakterini ortaya koymak açısından önem taşımaktadır.
Son olarak, “tek adam yönetimi” olarak ifade edilen başkanlık rejimi ile birlikte tüm gücü elinde toplayan Tayyip Erdoğan’ın adı konulmamış bir halife pozisyonuna yerleşmeye çalışması, beraberinde ise şeyhülislamlık kurumunu çağrıştıran bir Diyanet organizasyonuna gidilmesi laikliğin devlet katından da tasfiyesi olarak tanımlanabilir. Bu açıdan laiklik=din ve devlet işlerinin ayrılması denklemi tek başına bu haliyle ele alındığında, devleti işlerinin dinselleştirilmesi laikliğin tam anlamıyla içinin boşaltılmasına karşılık gelecek bir anlama tekabül etmektedir.
Tayyip Erdoğan kendisini “laik bir ülkenin laik olmayan cumhurbaşkanı olarak” tanımlıyor olabilir. Ancak işin bu kadar kolay olmadığını ve dinci faşizme karşı mücadele edilmesi gerekiyorsa kağıt üzerinde olmayan gerçek bir laiklik kavgasının verilmesi gerektiği açıktır. Çünkü laiklik tek bireysel, felsefi, idari ve soyut bir kavram değil, bugün siyasal ve toplumsal mücadelenin önemli bir aracıdır.