Gökmen Kılıç
Türk dış politikası cumhuriyetle birlikte çokça tartışma konusu edilen önemli başlıklardan biridir. 23 Nisan 1920’de açılan Büyük Millet Meclisi’yle birlikte henüz cumhuriyet ilan edilmeden Türk dış politikası hareketli bir dönemin içinde kendisini bulmuştur. Ankara’da kurulan meclisin, İstanbul’daki Osmanlı yönetimine ve uluslararası arenadaki büyük devletlere karşı meşruiyet arayışının önemli uğraklardan biri, kuruluşunun hemen ardından imzalanan Gümrü Antlaşması olmuştur. Bu antlaşma Büyük Millet Meclisi’nin varlığını teminat altına alan ve ülkeyi temsilen imzalanan ilk antlaşmaydı. Ermenistan’ın Bolşevizasyonuyla birlikte Türk-Sovyet yakınlaşmasının somutlaşmış bir ifadesi olan Gümrü Antlaşması’nın ardından, Moskova ve Kars Antlaşmaları da yapılarak Kurtuluş Savaşı’na giden önemli bir yol açılmış oldu.
Türkiye’nin özellikle 1923-1945 yıllarını içeren dış politikasına bakarken, bu tarih aralığının kimi bölmelerini ayrı ayrı incelememiz gerekiyor. 1923-1933 yıllarını içeren ilk on yıllık dönemin, Türkiye ve Sovyetler Birliği açısında “dostça” geçtiğini belirtmeliyiz. Türkiye açısından, tarihte sürekli savaştığı Rus Krallığı’ndan kendi egemenliğine saygı duyan bir Sovyet dostluğu benzersiz bir fırsat anlamına geliyordu. Sovyetler açısında ise düşman olmayan bir komşunun, “yalnızlaşma” riskini azalttığı bir gerçeklik mevcuttu.
Tüm bu iyimser tabloya rağmen, Türkiye’nin pek de uzak olmayan bir zaman diliminde kapitalist blokun önemli bir parçası haline dönüşmesi bir çelişki olarak görülmemelidir. Cumhuriyet kuruluşundan itibaren ilerici ve gerici kimi unsurları aynı anda barındıran bir niteliğe sahip olmuştur. Cumhuriyetin tarihsel anlamda taşıdığı ilericiliğe karşın doğumundan itibaren anti-komünist bir reflekse sahip olması ise bir gerçekliktir. CHP’nin kurucu öznesi olduğu Türkiye, solun ve sosyalizmin budandığı bir cumhuriyet olarak kurulmuştur.
1930’lu yılların ortalarında Türk-Sovyet ilişkilerinin giderek zayıfladığını ve Türkiye’nin İngiliz emperyalizmi ile ilişiklerine daha çok ağırlık verdiğini görürüz. Bunun en somut örneğini 1936 Montrö Boğazlar Sözleşmesi oluşturuyor. Montrö ile birlikte İstanbul ve Çanakkale boğazlarının kontrolü tamamen Türkiye’ye verilirken, Sovyetler Birliği donanmasının geçişi sınırlandırılmıştır. Bir anlamıyla Britanya’nın desteğiyle Boğazlar Sözleşmesi yenilenerek, savaşa doğru giden Avrupa kapitalizminin Sovyetlere karşı eli kuvvetlenmiş oluyordu.
İnönü, CHP ve Türk Dış Politikası
Avrupa’nın hızla savaşa sürüklenmesiyle savaşın oluşturduğu yeni sınıfsal dengeler Türkiye’nin dış politikasında önemli değişimlere neden olmuştur. Mustafa Kemal’in ölümünün ardından CHP’nin yeni “şefi” İsmet İnönü olurken, İngiltere ve Almanya ile yeni ilişikler tesis edilmeye başlanmıştır.
1939 yılı ile başlayan II. Dünya Savaşı’yla birlikte Türkiye’de iç siyasetinin konusu olan anti-komünizmin daha sistemli olarak, bu kez dış politikayı da kapsayacak şekilde uygulandığını görüyoruz.
İsmet İnönü ve CHP iktidarının Türkiye’yi savaşın dışında tutma politikasına karşın, İngiltere ve Almanya eksenli bir dış politika yürütmesi, Sovyetlerle olan ilişkilerin kopma noktasına gelmesini sağladı. Türkiye kapitalizmi dış politikasını, savaşı Nazi Almanya’sı lehine sonuçlanacağı öngörüsü üzerine kurmuştur. Bu beklenti savaşın başlamasıyla birlikte hiç de ayakları havada bir beklenti olarak görülmemelidir. Genç Sovyet cumhuriyetinin potansiyeli ve neler yapabileceği henüz belirsizlik taşımaktadır.
Bu döneme ilişkin kimi yanlış tez ve değerlendirmelerden ise uzak durulmalıdır. Özellikle 1923-1933 dönemini kapsayan Türk-Sovyet ilişkileri sayesinde Türkiye’nin emperyalizme karşıt bir pozisyonda olduğu ve bu nedenle savaşın dışında kaldığını savunan yaklaşımlar gerçeği yansıtmamaktadır. Türkiye kapitalist sınıfının kapitalist-emperyalist sistemin dışında kendisini konumlandırarak özgün bir örnek oluşturduğu gibi tezler doğrudan reddedilmelidir. Dolayısıyla Türkiye’nin Demokrat Parti dönemine kadar emperyalizmle ilişkilerden azade olması söz konusu değildir.
Emperyalizmle ilişkiler bağlamında DP döneminin, kuruluş dönemi CHP’sine göre kimi hassasiyetlere karşı daha az özen gösterdiği ortadadır. Ancak buna karşın DP siyasetinin yoktan var olmadığı gerçeği ile karşı karşıyayız. Menderes’in Demokrat Partisinin emperyalizmle olan ilişiklerini hangi nesnellik üzerine inşa ettiği zorunlu olarak cevaplanmalıdır. Türkiye’nin ABD öncülüğündeki NATO’ya bağlanma hevesini yalnızca Menderes’in kişisel ihtirasının bir sonucu olarak görmüyorsak, ABD ve NATO’culuğun köklerini İsmet İnönü’nün CHP’sinde aranması gerektiğini söylemeliyiz.
1938-1945 Türk Dış Politikasında Ana Eksen: Anti-Komünizm
CHP’nin yürüttüğü dış politika, emperyalizmin yönelimlerinin somutlaştığı dönemlerde daha belirgin bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Kuruluş döneminin getirdiği denge politikalarından, sınıfsal tercihlerinin keskinleştiği dönmelere gelindiğinde CHP’nin dış politikasının anti-komünizm üzerinden şekillenmeye başladığını görüyoruz. Savaş koşulları bunun en net örneklerini bizlere vermektedir.
Osmanlı gericiliğinden cumhuriyete uzanan sol düşmanlığının savaş konuşlarında daha sistemli bir biçimde yeniden üretilmesinin nesnel koşulları bulunuyor. Türkiye’de Nazi propagandasının gazete ve radyoları aşacak biçimde devlet kademelerine kolayca ulaşması, Osmanlı’dan devrolan gerici bir bakiyenin canlandırılması olarak görülmelidir.
Bu yıllar Türkçü faşizmin de tohumlarının serpildiği yıllardır. Nihal Atsız, Reha Oğuz Türkkan, Zeki Velidi Togan gibi isimlerin çıkardığı Ergenekon, Gökbörü, Bozkurt gibi dergiler Nazi ırk kuramı üzerinden Türklüğe uyarlanmıştır. Nazilerin “Deutschland Über Alles” sloganı “Her şeyin üstünde Türk ırkı” şeklinde değiştirilerek, kan ve soy esasına dayalı ırkçı bir milletçilik kuramı geliştirilmiştir.[1]
Savaş döneminde “Milli Şef” İsmet İnönü tarafında yürütülen Türk dış politikasının tarafsız olduğunu söylemek ise güçtür. Türkiye, tarafsızlıktan çok muharip bir güç ile savaşa katılmama politikası izlemiştir. Faşist Almanya’yla ticari ilişkilerin savaş boyunca giderek gelişmesi tesadüf değildir. Örneğin, Türkiye’de faşizm propagandası yürüten Turkische Post gibi gazeteler Deutsche Bank’ın verdiği destek ile yayınlanabilmiştir.
Anlaşılacağı üzere savaşa girmeyen Türkiye, fiilen savaşmanın dışında birçok alanda taraf konumundadır.
1945 ve Kapitalist Sistemin Yeniden İnşası
Savaşın Sovyet zaferi ile sonuçlanması Türk dış politikasında kimi Nazi yanlısı adımların revizyonuna neden oldu. Türkiye biten savaşla birlikte işgal edilmekten kurtulmuş ancak kapitalizmin bağımlılık ilişkilerinin bir sonucu olarak emperyalizmle arasındaki mesafeyi oldukça yakınlaştırmıştır. Kapitalist dünyada yeni dengeler kurulurken, savaş sonrası İngiltere’nin yerini başat emperyalist güç olan ABD alıyordu. Soğuk Savaş doktrinini uygulamaya koyan ABD, Avrupalı emperyalist güçleri yeniden organize ederek, Sovyetlere karşı yeni bir planı yürürlüğe koydu.
Türkiye’nin kurulan yeni denklemde yerini alması uzun sürmeyecekti. ABD’nin savaş gemisi olan Missouri Zırhlısı savaşın hemen ardından Türkiye’ye demirledi. Missouri Zırlısı’nın Türkiye’ye gelişi Türkiye-ABD ilişiklerinin de habercisi olmuştu.
Çok geçmeden ABD Başkanı Truman’ın adıyla anılan Truman Doktrini ve Marshall Planı çerçevesinde Türkiye’nin bağımlılık ilişkileri kuvvetlendirildi. Türkiye artık, “Sovyet tehdidine” karşı oluşturulan ittifakın bir parçasıydı.
Truman Doktrini çerçevesinde Türkiye ve Yunanistan en çok yardım alan ülkeler olmuşlardı. 1947 yılında toplanan CHP Kurultayın sermayenin önünü açan iktisadi programları hayata geçireceğini duyurdu. Bu sayede büyük toprak sahibi kapitalistlerin daha fazla zenginleşmesine olanak sağlandı. 1946’da başlayan çok partili sistem ile birlikte kurulan Demokrat Parti kadroları bu programdan en çok faydalanan kesimi oluşturuyordu. Savaş döneminde karaborsacılığın artması ticaret burjuvazisini önemli bir güç haline getirmişti. İlerleyen yıllarda CHP tarafından hazırlanan kararnameler yetersiz kalınca DP iktidarı tarafından “Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu” çıkarılacaktı.
Diğer yandan ülke içindeki muhalif sesler de bastırılıyordu. Savaşın hemen ardından 1945 yılında muhalif Tan Gazetesi’nin matbaası yakıldı. 1948 yılında Behice Boran’ın da içinde bulunduğu ilerici öğretim üyelerinin görevlerine son verildi. Marko Paşa, Malum Paşa gibi mizah dergileri kapatıldı. 1947 ve 1951 yıllarında TKP üyelerine dönük kapsamlı tutuklamalar gerçekleştirildi. Köy Enstitüleri’nin yapısının değiştirilerek işlevsizleştirilmesi ve ardından kapatılması da bu dönemde yapılan uygulamalardandı.
CHP Döneminde NATO’ya Üyelik Girişimleri
ABD öncülüğünde oluşturulan Soğuk Savaş konseptinin en önemli adımlarından biri Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü’nün (NATO) kurulması olmuştur. Doğrudan Sovyetlere karşı kurulan bu emperyalist örgüte Türkiye’nin giriş denemeleri CHP İktidarı döneminde başlatıldı. Türkiye sermaye sınıfının ihtiyaçları ve güvenlik kaygıları doğrultusunda ABD ile ilişkilerini kuvvetlendirmek ve bir hukuka bağlamak isteniyordu. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü tarafından ABD ile ilişkileri korumak adına birçok ikili antlaşma imzalandı. Bu antlaşmalarla Türkiye’ye ağır yaptırım ve sorumluluklar yüklenmişti. NATO’ya giriş için dönemin Başbakanı Hasan Saka ve Dışişleri Bakanı olan Necmettin Sadak tarafından yürütülen ilk görüşmelerden bir sonuç alınamadı. Dışişleri Bakanı Sadak’ın bu sefer Washington’a gitmesi ile süreç yeniden başlatıldı. Ancak ABD Dışişleri Bakanı Acheson “verdikleriyle yetinilmesi” gerektiğini belirterek Sadak’ı eli boş göndermiştir. Emperyalizm, Türkiye’nin güvenlik kaygılarını bağımlılık ilişkilerini güçlendirmek adına pazarlık konusu haline getirmiş, Türkiye’den beklediği kimi yasal düzenlemeleri yapmasını istemiştir. Yaşanan tüm bu gelişmeler sonucunda CHP Hükümeti genel seçimlere üç gün kala, 11 Mayıs 1950 tarihinde NATO’ya girmek için resmen başvuru yapmıştır. Seçimlerin hemen ardından DP İktidarının Kore’ye asker göndermesiyle NATO üyelik süreci yeniden görüşülmeye başlanmış; sonuç olarak 18 Şubat 1952 tarihinde Türkiye NATO üyesi olmuştur.
Emperyalizmle kurulan bağımlılık ilişkisi CHP ile başlayarak DP döneminde resmiyet kazanmıştır. Bugün ülkemiz NATO’nun ileri karakolu halindeyse, bunda Türkiye sermaye sınıfının tüm parçalarının önemli payı olduğu unutulmamalıdır.
[1] Yaşlı, Fatih. Antikomünizm, Ülkücü Hareket, Türkeş. Nisan 2020. Sayfa 21
Merkez Bankası, kasım ayında da faiz oranını değiştirmeyerek yüzde 50'de sabit tuttu. Banka böylece üst…
Bir gencin ölümüne ve iki kişinin yaralanmasına neden olduğu için yargılanan eski Kızılay Başkanı Kerem…
Laiklik Meclisi tarafından 150 kapsamlı başlıkta hazırlanan Ekim 2024 Laiklik İhlalleri Raporu yayımlandı.
Türkiye Komünist Hareketi'nin (TKH) 25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü dolayısıyla yaptığı…
Türkiye Komünist Hareketi (TKH) Yenidoğan çetesi skandalı hakkında Eski Sağlık Bakanları Mehmet Müezzinoğlu, Recep Akdağ,…
Ahmet Özer'in tutuklanmasının ve yerine kayyum atanmasının ardından belediyede kamu ve özel teşebbüse ait hizmetlerde…