RÖPORTAJ | Doç. Dr. Sibel Özbudun: Yerimiz mutfak değil, dünya!
Bugün kadın hareketinin “kadına yönelik şiddet” ile “kadın cinayetleri” arasında sıkışmış olması, bir başka deyişle, mücadelenin “öldürülmeme” noktasına irca etmiş olması, “hücum”dan “savunma”ya geçtiğimizin göstergesi. Yani “kadınlık durumu” 90’lardan bu yana ne kadar gerilediğini gösteriyor.
Yaklaşan 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü vesilesiyle bir dizi değerli isimden kadın mücadelesinin dününe ve bugününe dair görüşler aldık.
Röportaj serisinin ilkinde Akademisyen, Yazar Doç. Dr. Sibel Özbudun’un değerlendirmelerini okurlarımızla paylaşıyoruz.
Kadın mücadelesinin kadın cinayetleri ve şiddet çerçevesine sıkıştırılması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Doç. Dr. Sibel Özbudun: Son zamanlarda sıkça hatırladığım bir enstantane var. Hatta iki… İKD’nin ilk üyelerindendim. O dönemlerde, yani 70’li yılların ortalarında örgütün temel şiarı, “Eşit işe eşit ücret” idi… 1990’ların başlarında yaşadığımız feminist-sosyalist kadınlar ayrışmasında sosyalist kadınlar olarak bir araya geldiğimiz oluşumun şiarı ise “Yerimiz mutfak değil, dünya!” olmuştu. Bunlar kadınların, kadınlık durumunun ilerletilmesine yönelik taleplerdi
Bugün kadın hareketinin “kadına yönelik şiddet” ile “kadın cinayetleri” arasında sıkışmış olması, bir başka deyişle, mücadelenin “öldürülmeme” noktasına irca etmiş olması, “hücum”dan “savunma”ya geçtiğimizin göstergesi. Yani “kadınlık durumu” 90’lardan bu yana ne kadar gerilediğini gösteriyor.
Bunda iki gelişme etkin kanımca:
Uluslararası ölçekte neoliberal talanın toplumsal destek mekanizmalarını felce uğratarak kadını şiddet karşısında savunmasız bırakması ile bununla bağlantılı olarak sağcı, faşizan bir iklimin birçok ülkede başat hale gelmesi. Bu iklimin Türkiye’deki karşılığı, siyasal İslamcı AKP iktidarı ve onun aileye, yani kadının şiddete en fazla uğradığı mekana toz kondurmayan zihniyetidir.
Ama yalnız bu değil. Bugün kadın hareketinde başat olan feminist hat da, öyle gözüküyor ki, kadına yönelik şiddet ve özellikle de kadın cinayetlerinde temel varsayımlarını doğrulayan bir yön buluyor.
Malum, Marksistler analiz ve eylemlerinde yatay (yani sınıflar arasındaki) bölünmeyi esas alırken feministler açısından öncelikli ve esas olan dikey, yani kimlikler (burada kadınlarla erkekler) arasındaki bölünmedir. Elbette kadın cinayetleri, kadına yönelik şiddet bu karşıtlığın en bariz, çıplak gösterenlerinden biri. Kendini gündelik, daraltılmış hedeflerle sınırlayan, maksimalizmden vaz geçmiş, giderek onu küçümseyen bir mücadele mantığının bu konuda odaklaşması anlaşılabilir bir durum.
Ancak sıkıntı şurada ki, böylesi bir odaklaşma, kadınların daha derinlerde ve çok daha karmaşık olan maduniyetlerinin, tabiyetlerinin üstünün örtülmesine neden olabiliyor. Çünkü eril şiddet, sadece kafası bozulan, ya da ne bileyim sevgilisi ayrılmak, karısı boşanmak istedi diye kendini küçük düşürülmüş hisseden erkeğin kadını “terbiye” ya da “intikam” aracı değil. Bunu mümkün kılan, kolaylaştıran, hatta teşvik eden koşullar var: kadınların büyük bölümünün açlık seviyesinin altında ücretlerle, uzun saatler çalıştırılmasını, ev işlerinin karşılıksız olarak sırtlarına yıkılmasını, işsizliğin yükünü “ev kadınlığı” kisvesiyle üstlenmelerini, sosyal destek mekanizmalarının tasfiyesi ya da özelleştirilmesi sonucu ortaya sosyal maliyetin büyük bölümünü omuzlamalarını, cinselliklerinin, bedenlerinin milyar dolarlık cirolu küresel bir ticarete dönüşmesini, giderek 21. yüzyılda köle pazarlarında satılmalarını mümkün kılan koşullar. Tüm bu durum ve koşullarla (ve burada sıralayamadığım daha niceleriyle) bağlantılı ele alıp emeğin, emekçilerin topyekûn kurtuluş mücadelesiyle ilişkilendirmezsek, kadına yönelik şiddetin önüne geçmek mümkün gözükmüyor.
Bu önermelere kestirme bir itiraz yükseltilebilir, biliyorum:
“Ne yani, erkekler sosyalizmde kadınlara şiddet uygulamadılar/uygulamayacaklar mı?”
Uygulamaya kalkıştılar, kuşkusuz –eğer yeniden bir sosyalist kuruluş gerçekleştirebilirsek- bundan böyle de kalkışacaklar elbette. Ama hem karşılaşacakları yaptırımlar, hem toplumun yeniden eğitilmesi süreçleri (“ataerkisizleştirme” diyelim dilerseniz), hem emek eksenli eşitlikçi/özgürlükçü bir sistemin kadınlara sağlayacağı destekler (eğitim, istihdam ve toplumsal/siyasal yaşama her düzeyde tam katılım olanakları) hem de bağımsız örgütlenmeleri aracılığıyla sistemi denetleme olanakları, sosyal iklimi kadına yönelik şiddete uygun olmaktan çıkartacaktır.
8 Mart vesilesiyle bir mesajınız var mı?
Doç. Dr. Sibel Özbudun: Son yıllarda toplumun hemen her kesiminde (işçiler, beyaz yakalılar, öğrenciler, köylüler, Kürtler, Aleviler…) yükselen itirazlarda kadınların öne çıktığını görmek, geleceğe daha umutla bakmamı sağlıyor. Kadınlar toplumsal mücadelelerde genellikle paylarına düşen “geri hizmetler”le yetinmeyi kabullenmiyor, özgün talepleriyle, kendi sesleriyle ön saflarda alıyorlar yerlerini artık. Bu coğrafyada da, dünyada da… Bu durumdan aldığım cesaretle, bu 8 Mart’ta bir kez daha vurgulamak isterim:
“Sokak, mücadele özgürleştirir!”