Nazım'dan iki yazı
"Öyle ya, inkılâp yıkmaktır, hâlbuki kültür yaratıcı bir seyirdir, bundan dolayı inkılâp kültürün yıkılmasına sebebiyet verir."
İNKILÂP VE KÜLTÜR BİRBİRİNDEN AYRI ŞEYLER MİDİR?
İnkılâp ve kültür… Bazı mütefekkirler bu iki mefhumu birbirlerinin tamamen zıddı addederler. Bu efendilerin nokta-i nazarına göre İnkılâp ve Kültür yekdiğerini mütekabilen ret ve inkâr eder. Öyle ya, inkılâp yıkmaktır, hâlbuki kültür yaratıcı bir seyirdir, bundan dolayı inkılâp kültürün yıkılmasına sebebiyet verir.
Bu böyle midir? Tetkik edelim:
Maddi ve ruhi kültürün yükselişi, mütemadi değişikliklerde ifade olunan mütemadi bir akışı icap ettirir. Yani, kültürün yükselişi, onun mütemadiyen daha yüksek merhalelere doğru değişerek akması demektir. Fakat bu değişmeler bir sıra inkılâplardan başka bir şey midir? Ve inkılâp cemiyetin bünyesindeki değişme seyrinin süratleştirilmesi, kısaltılması demek değil midir? Bundan dolayı, mahut efendilerin safsatalarına rağmen, inkılâp kültürün en yüksek, yaratıcı anıdır, çünkü tarihi inkişaf seyrinin derinleşmesi ve süratleşmesi demektir.
Ebedi olan hiçbir şey yoktur. Tarihte, cemiyet şekillerinin mütemadiyen yekdiğerini istihlâf ettiğine, tabiatta ebedi bir değişme seyrine, velhasıl varlığın her sahasında mütemadi bir yaratıcılığa şahit oluyoruz. Yani bizim telakkimize nazaran sükûn yoktur, felsefemizin en yüksek prensibi ebedi harekettir. Ve eğer biz inkılâpçı isek, bu bizzat tarihin ve tabiatın inkılâpçı olmasındandır. Ebedi hareketi kabul edenler için mutlak, nihai bir merhale, nihai bir gaye olmaz. Bundan dolayı varılan merhaleyle iktifa etmek ve bu hususta musir olmak irticadır, kültürün yükselmesine mani olmaya çalışmak demektir.
Kâinatta donmuş hiçbir şey yoktur demiştik. Bunu kabul edince her şeyin tekevvün halinde olduğunu ve bu tekevvün seyrinde yeni yeni şekillerin doğup öldüğünü kabul etmek icap eder.
Bu sebeple nasıl sükûn, hareketin muayyen bir şekli ise, yaşadığımız varlık anı da tekevvünün muayyen bir şeklinden başka bir şey değildir.
Yukardan beri söylediklerimizi bulasa edersek, şöyle bir neticeye varırız: Mütemadi doğuş ve mahvoluş seyrinden, süfliden alaya doğru sonsuz yükselişten başka, her şeyin alnında zaruri sükûtun damgası vardır. Ve felsefemiz, bu seyrin kafamızdaki inikâsıdır.
Bundan dolayı diyoruz ki: her şey nisbidir, mutlak olan bu nisbiyettir. Ve yine bundan dolayı değil midir ki, büyük hâkim Heraklit her şeyin cevherini, her şeyi yutan ve mahveden ateşte görüyor ve gürül gürül akan suda tabiatın ve tarihin akışını seyrediyor.
Bize göre hareket zıddiyetlerin kavgası, çarpışması sayesinde vücuda gelmektedir. Yüksek merhaleye geçiş ise sıçramalarla yani inkılâplarla olur. İnkılâp prensibi bütün kâinata, bütün varlığa şamildir. Tarihte inkılâp muayyen bir kültürden daha yüksek bir kültür tipine geçişin şeklidir. Bu sebeple her inkılâp kültür kıymetleri yaratmanın ifadesidir. İnkılâp ne kadar derin ve büyük olursa kültür nokta-i nazarından o kadar ehemmiyetlidir. Çünkü her inkılâp çarpışan zıddiyetlerin halli ve binaenaleyh yeni şekillerin yaratılması demektir ki, bununla insanlar daha yüksek bir kültür merhalesine çıkmış olurlar. İnkılâbın her zaferi kültürün zaferi demektir.
[S. Süleyman 1 Resimli Ay, Haziran 1930]
EDEBİYATTA KARANLIK VE AYDINLIK
Genç şairlerin çoğu vuzuhsuzluğu, fısıltı ve mırıltıyla konuşmayı seviyorlar. Çoğunun müşterek bir tarafı var: Zamanın dışına çıkarak geçmiş günlere hasret çekmek, kendi “iç âlemlerini” dinlemek.
Bu temayülün sosyal köklerini, yani asıl sebeplerini bir yana bırakarak, ben sadece sanat bakımından “teknik” sebeplerini göstermek istiyorum.
1. Vazıh ve aynı zamanda sanatlı verim vermek çok güçtür.
Vuzuh, bir güneş aydınlığıdır ki en küçük acemilikleri, en gizli ve usta örülmüş kalpazanlıkları bile derhal ortaya çıkarır. Bu güneş aydınlığı içinde hakikaten dolu, sahiden bir şeyler söyleyen, duyuran, kusursuz eser vermek her babayiğidin karı değildir. Oysaki vuzuhsuzluk bir alacakaranlığa benzer. Hatta bazen onun, bir ay ışığı boyasına boyandığı da olur. Bu alacakaranlık, bu boyalı ay ışığı altında kusurlar örtülür, boşluklar gölgelerle dolar, keleşlikler gözükmez olur. Böyle bir havada her şey bilmece gibidir. Ve insanların bir kısmı her bilmecenin çözülmesi güç büyük bir hakikati gizlediğine İnanacak kadar çocukturlar. Elbetteki böyle bir atmosfer içinde hileli sanat yapmak çok kolaydır. Bundan dolayı da gençler, yukarda da söylediğim gibi, sosyal sebepleri bir tarafa bırakmak şartıyla bile, bu kolay yola sapıyorlar. Alacakaranlıkta halis sanat eseriyle sahte sanat eserinin kolaylıkla birbirinden ayırt edilemeyeceğini bilecek kadar kurnaz davranıyorlar.
2. Dünün şarkısını söylemek, bugünün ve yarının türküsünü söylemekten çok daha kolaydır. Neden mi? Yarının türküsüne kulaklar daha alışmamıştır, bugünün türküsüne alışmak üzeredir. Dünkü ise ezbere bilinir. Bilinen bir şarkıyı söyleyerek “yüreklere” girmek elbette yeni işitilmeye başlayan, yeni işitilecek olan türküleri “munis” kılmaktan çok kolay bir iştir. Ve bizim genç şairler bu kolaylığı da anlayacak kadar kurnazlık gösteriyorlar.
Fakat ne yaparsın ki, sanat kurnazlık değildir.
[Orhan Selim / Akşam, 11.4.1936]
Vuzuh: açıklık, aydınlık; Temayül: eğilim; Vazıh: açık; Mu’nis: alışılan, cana yakın.