SÖYLEŞİ | Yazar Levent Turhan Gümüş ile Vedat Türkali üzerine
Ölümümün yıl dönümünde Vedat Türkali’yi, yazar Levent Turhan Gümüş’e sorduk. Gümüş ile Türkali’nin hem şair kimliğini hem de İstanbul şiirini konuştuk.
Röportaj: Halil Yeni
Hayatı, liseyi bitirmek üzereyken kavramaya başlar Vedat Türkali. Bu yıllarda TKP ile ilişkisi olan bir arkadaşıyla okulda yakınlık kurması, onun yaşamsal serüvenini derinden etkiler. Sanat hayatına toplumsal olayları şiirleştirmekle adım atar. İlk şiirini henüz 19-20 yaşında, 1938 – 39 yılları arasında yazar. Adı ‘’Barselona’dan Mektup’’tur. İspanya İç Savaşını anlatır. İkinci şiiri beş yıl sonra gelir. Yazdığı o şiir bu gün hala dilden dile söylenen güçlü imgeler, özlemler ve umutlarla bezenmiş ‘’İstanbul’’ şiiridir. 1944-50 yılları arasında yazdığı şiirleri Devrimci sanat ve siyaset çevrelerince elden ele gizlice dolaştırılırken özellikle ‘’İstanbul’’ şiiri büyük bir yankı uyandırır.
1951 yılında sosyalist düşünce ve eylemleri nedeniyle tutuklanır Vedat Türkali. 1951 yılında başlayan TKP davası 1954 yılında karara bağlanırken 9 yıl ceza alır. Vedat Türkali’nin şiirleri yaşamından damıtıldığı için serttir. Fazla imge kullanmamıştır. Yalın ve dışavurumcudur. Bu nedenle ‘’şiir artık böyle yazılmıyor’’ diyenler, şiirinin ‘’ürküntü uyandırdığını’’ söyleyenler olsa da ondan kopmaz. Harbiye, Orhaniye, Adana ve Sultanahmet cezaevlerinde de yazmaya devam eder.
Şiirlerinde yarınlara dair umudunu kaybetmemiş yaralı bir savaşçıdır Türkali. Ülkesinin üzerinde dolanan karabulutlara meydan okumuş, bu toprakların bitmeyen çilesini destansı bir dille mısralarına taşımıştır. Bence onun şiirleri tarihsel bir sürecin acıyla yaşanmış olsa da umutla kaleme alınmış belgeleridir. Ölümümün yıl dönümünde Vedat Türkali’yi, yazar Levent Turhan Gümüş’e sorduk, Gümüş ile Türkali’nin hem şair kimliğini hem de İstanbul şiirini konuştuk.
“Nâzım sadece kendi döneminin genç şairlerini değil, öykücü ve romancılarını da etkilemiştir”
Halil Yeni: Vedat Türkali, Ataol Behramoğlu ile yaptığı söyleşide şunları söylüyor “Fukara işçi mahallesinin lisede okuyabilen çocuğu olarak ileri yolda ilk adımlarımı atmaya da, o yolda yapabileceğim en yararlı iş olduğu inancıyla devrimci şiirler yazmaya da Nâzım’la başladım.” Nazım Hikmet’in hem Vedat Türkali hem de Türkali’nin de dâhil olduğu kırk kuşağı şairleri üzerinde ki etkileri nelerdir?
Levent Turhan Gümüş: Rus edebiyatı için söylenir, Dostoyevski’ye ait bir sözdür “hepimiz Gogol’un ‘Palto’sunun altından çıktık”, der. Modern Türk edebiyatıyla ilgili benzer bir cümle Nâzım’dan hareketle kurulabilir. Nâzım sadece kendi döneminin genç şairlerini değil, öykücü ve romancılarını da etkilemiştir. Özellikle Sabahattin Ali’yle olan yazışmalarından söz konusu etkinin izlerini takip etmek mümkündür. Nâzım’ın 6 Mart 1943 tarihli mektubunda “Sana biraz da hapis edebiyat dünyasından haber vereyim” cümlesini takip eden şu ifadesi dikkat çekicidir: “Burda, Bursa cezaevinde Raşid Kemali -ki sonra Orhan Kemal olacaktır- adında bir delikanlı var. Suçu benimki gibi. Altı ay sonra da cezasını bitirip çıkıyor. Çok istidatlı ve şimdiden cidden güzel, nevi şahsına münhasır şiirleri ve hikâyeleri var. Altı ay sonra çıkınca siz ağabeylerinin yardımını bekler.” Yeterince açık sanırım.
Nâzım’ın Vedat Türkali üzerindeki etkisine gelince… Bunu Nâzım’ın gömleği bağıntılı bir anekdotla yanıtlayayım.
Örgütlü, gerçekten ileri, sınıfsal bir kavganın sanat sorumlusu olarak gördüğü Nâzım’a öykünmüştür Türkali, bunu açıkça “Önce her şey Nâzım Hikmet’ti.” diye söylemiştir de. Tanışmayı çok istemesine rağmen hiç karşılaşmamışlardır Nâzım Hikmet’le; ne dışarıda ne de “mahsus mahal”de. Yıllar sonra kendi vefasının izini sürerken yolları kesişir. Yurtdışında bir veda akşamında, son romanı Bitti Bitti Bitmedi’yi ithaf ettiği eski hücre arkadaşı, işkencede sır vermeyen yoldaşı Ermeni doktor Haig Açıkgöz, kendisine bir gömlek uzatır. “Al” der, “Nâzım’ın gömleği; bana vermişti, bundan sonra senindir.” Türkali, Nâzım’ın Haig’e, Haig’in de kendisine verdiği gömleği kutsal bir emanet gibi, bir sadakat, korunması gereken bir anı, bir hak ediş nişanesi olarak yıllarca taşır, sadece doğum günlerinde ve yeni bir kitabı bitirdiğinde giyer.
Vedat Türkali’nin şiirlerini okuduğumuzda hemen hemen hepsinde ‘’dışarıdan’’ değil, ‘’içeriden’’ samimi bir ses gelir. Onun için,’’ yaşadığını yazan, yazdığını yaşayan bir şairdi’’ diyebilir miyiz?
Gümüş: Vedat Türkali’nin kendisini “devrim için gerekli olduğuna inandığı şeyi açık seçik söylemekle” yükümlü gören yazarlardan olduğunu kabul edersek eğer -ki öyledir- yanıtı sorunun kendisinde saklı bu yaklaşımınızı doğru kabul edebiliriz. Oradan, sınıf mücadelesinden hareketle bakar hayata Türkali, bir yazı adamı olarak edebiyatla olan ilişkisini oradan kurar. Bu saptama, şiirinin yanı sıra Türkali romanı ve sineması için de geçerlidir.
“Zulme karşı mazlumun yanında durmuş bir büyük yazar”
Vedat Türkali’nin şiirlerinde destansı bir dil vardır. Farklı yıllarda yazılmış şiirler olsa da bir bütünlük içinde ilerlediğini görürüz. Mısralarında tarihsel TKP tarihini, cezaevlerinde, hücrelerde yaşanan insanlık ihlallerini okuruz. Bu şiirler için aynı zamanda ‘’tarihsel belge niteliğindedir’’ diyebilir, şiirlerine bu gözle de bakabilir miyiz?
Gümüş: Elbette. Şiirlerinin yazılma gerekçeleri içinde belirtir bunu zaten. Yukarıda adı geçen Haig Açıkgöz de yer alır şiirlerinde, eşi, yoldaşı Merih de. “Hücreye Mektup” ve işkenceleriyle ünlü Sansaryan Han’ı anlattığı “1951-1954’ten Notlar Şiiri”nde bunun ayrıntılarını görmek mümkündür. Dönemin işkencecileri, Ahmet Demir’ler, Parmaksız Hamdi’ler, Hasan Basri’yi pencereden atan cellatlar, tabutluk, hücre, falaka dehşet verici bir sinema sahnesini tamamlayan kareler olarak şiirlerinde yer almıştır.
Vedat Türkali’nin yaşanılan onca acıdan sonra inatla ayakta durabilmesini, umudunu kaybetmemesini, işkenceler, tutuklamalara rağmen doğacak güzel günlere inanmasını ve bunu şiirleriyle dile getirmesini neyle açıklayabiliriz?
Gümüş: Komünist ütopyaya son ana kadar bağlı kalmasıyla açıklayabiliriz sanırım. Ölümünden bir süre önce kendisiyle yapılan bir söyleşide “hâlâ komünist” olduğunu söylemişti. Sağ yumruğunu havaya kaldırmış bir fotoğrafı vardır. Bu ve benzeri tüm soruların yanıtı o fotoğrafta saklıdır: “Bekle bizi İstanbul” dizelerinin, “kavgamızın şehri”nin şairi, zulme karşı mazlumun yanında durmuş bir büyük yazar, Nâzım’ın gömleğini onurla taşımış bir komünistti.
“Özgürlükler yine kısıtlı, dizginler yine bir avuç vurguncunun, hergelenin elinde”
Biraz da ‘’İstanbul’’ şiirini konuşmak istiyorum. Şiirinde İstanbul’un haramilerin elinde olduğunu söyler Türkali 1944 yılında… Hürriyetin olmadığını, ekmeğin olmadığını, İstanbul’un kollarının ardına kadar bağlı olduğunu söyler. Dizginlerin bir avuç vurguncu, toprak ağası ve onların kemik yalayan dostlarında olduğunu, polisin kırbacının, celladın ipinin, spikerin çenesinin ve baskı makinesinin haramilerin elinde olduğunu söyler. Fakat yıllar sonra Agos gazetesinden Halil Türkden’in sorduğu ‘’bu şiirin hikâyesi ve sizin için önemi nedir?’’ sorusuna ‘’Bu şiiri, eşim Merih Pirhasan için yazmıştım. İstanbul’da değildim. Eşim doğum yapmıştı. Deniz (Türkali) dünyaya geldi. İkisini de göremiyordum. O duygularla, hasretle yazdım.’’ der. Siz bu ‘’karmaşık’’ durum hakkında neler söylemek istersiniz?
Gümüş: Öyledir. Okurun şiiri sahiplenmesi şairin yazma nedenlerinden bağımsız olabilir. Örnekleri çoktur. En bilineni Konstantin Simonov’un “Bekle Beni” şiiridir. Biliyorsunuz Simonov, bu şiiri eşi Valentina Serova’ya yazar. Stalingrad kuşatma altındadır. Simonov’un bir daha geri dönüp dönmeyeceği belli değildir. Şiir gazetede yayımlandıktan sonra yaygınlaşır. Aynı durumda olan binlerce asker vardır. “Bekle beni döneceğim / Bütün direncinle bekle / Kimseler beklemezken bekle beni” diye başlayan şiir aynı durumda olan binlerce askerin hasretine tercüman olur. Umutla dirençle harmanlanmış sözleriyle Stalingrad savunmasının simgelerinden birine dönüşür.
Benzer bir öykü Albaylar Cuntası döneminde Yunanistan’da yaşanır. Yunan şair Manolis Eleftheriou’ya ait olan “To tréno févgi stis ochtó” (Tren sekizde kalkıyor) adlı şiir Mikis Theodorakis tarafından bestelendikten sonra beklenmedik bir toplumsal ilgiyle karşılanır. Eleftheriou’nun askerliğini yaptığı Katerini kasabasında dinlediği hüzünlü bir aşk hikâyesinin anlatıldığı şiir / şarkı, sonu ayrılıkla bitecek olsa da alttan alta akan vazgeçmeyiş tınısıyla rejim karşıtları tarafından yaygın bir şekilde sahiplenilir. Aralarında Manolis Mitsias, Maria Farantouri’nin de bulunduğu çok sayıda sanatçı tarafından yorumlanır.
‘’İstanbul’’ şiiri ilk Şair Arif Damar tarafından Beşiktaş’ta gerçekleşen İşçi Sendikaları toplantısında okunur. Yıllar sonra yazarın “Bir Gün Tek Başına” adlı romanında yer alır. Ve Onur Akın tarafından şiirin ruhuna yakışır bir şekilde bestelenerek Grup Baran’ın ‘Yediveren’ albümünde seslendirilir. Büyük bir ilgi yaratır ezgi, güçlü bir beğeni sağlar. Sonrasında birçok sanatçı tarafından söylenir, dilden dile, gönülden gönüle dolanır ve yayılır. Bu şiiri bu konuma getiren şey nedir?
Gümüş: Yukarıdaki soruya verdiğim yanıt bu soru için de geçerli kabul edilebilir. Ek olarak şiire ruhunu veren “hâl”in bugün de hükmünü sürdürdüğünü söyleyebiliriz. Özgürlükler yine kısıtlı, dizginler yine bir avuç vurguncunun, hergelenin elinde. Toprak ağasının yerini alan sermaye sahipleri ve oligarklardan oluşan bir haramiler güruhu tarafından ülke iliğine kadar sömürülüyor. İstanbul; sınıfsal çelişkileri derinleştiren gündelik hayatı, iktisadi ve siyasi hayat içindeki konumu, tarihsel özellikleri nedeniyle değişmesi, değiştirilmesi gereken simge kent olma hâlini sürdürüyor. Öyle olunca da haramilerin saltanatını yıkma vaadi de, yıkacak ve yıkılacak olanı bağrında toplamış bir İstanbul’a “Bekle bizi” diye seslenmek de “güncel” bir talep olarak öne çıkıyor.
Yıllar sonra şiirlerini ‘’Eski Şiirler Yeni Türküler’’ adıyla 1979 yılında yayımladığında şunları söyler Vedat Türkali, ‘’Ülkemizin ağır baskılı bir döneminde, çoğunluğuyla çeşitli cezaevlerinde yazılmış bu şiirler, yalnız yazarının değil, karanlık bir dönemde devrimci savaş sürdürmüş tüm kişilerin duyarlıklarının tanıkları diye alınır da yetersizlikleri bağışlanırsa sevineceğim.” Ayrıntı Yayınevi Vedat Türkali’nin şiirlerini ‘’Bekle Bizi İstanbul’’ adıyla yeniden yayımladı. Türkali’nin bahsettiği ‘’yetersizlikler’’ sizce nelerdir? Kitabı yayına hazırlayan kişi olarak siz bu ‘’yetersizliklerle’’ ilgili hiç eleştiri aldınız mı?
Gümüş: Bu sorunun yanıtını bir büyük edebiyat insanının tevazusu olarak kabul etmek gerektiğini belirtmeliyim öncelikle. Büyük romancıların, yönetmenlerin çoğu büyük ozanlardır aynı zamanda. Neye yetip neye yetemediklerini en iyi onlar bilir. Birçok büyük yazar gibi Vedat Türkali de sanat hayatına şiirle başlamıştır. Şiirle söyleyeceğini söylemiş, sonra roman da sinema da karar kılmıştır. Vardığı yerden geriye baktığında -şiiri yaratım sanatlarının en başına koyan biri olarak- kendi şiirini yetersiz görmüş olabilir. Birebir aynı olmasa bile benzer bir yaklaşım edebiyatımızın büyük isimlerinden Sabahattin Ali için de geçerlidir. O da yazı serüvenine şiirle başlamış, ilk olarak şiir kitabı yayımlamış, öykü ve roman da yoğunlaştıktan sonra şiirle arasına mesafe koymuş, erken dönem öykülerinin tekrar basım sürecinde benzer bir ifade kullanmıştır. Kaldı ki Vedat Türkali söz konusu olduğunda çıta oldukça yüksektir; orada, az önce de belirttiğim gibi, en tepede ustası Nâzım vardır.