Taşlar yerinden oynarken
Dünya Bankası da dahil olmak üzere, tüm kurumların beklentisi "V-tipi" keskin bir toparlanma. Öyle ki bu keskinliğin 2008 krizinden daha hızlı olacağı iddiasında bile bulunuluyor. Ancak toparlanmanın etkisinin, pandeminin yarattığı sonuçları telafi edici düzeyde olmaması dikkat çekici.
“GO oyunu” kökeni Uzak Asya’ya, Çin’e, dayanan en eski strateji oyunlarından bir tanesi. Tarihi binlerce yıla dayanan oyun, satranç ve dama gibi, bir tür eğitim aracı işlevi gören bir yanı bulunuyor.
Büyük oranda askeri ve siyasi stratejileri “öğretmek” amacıyla icat edilen oyunun temel hedefi, bir oyuncunun oyun tahtası üzerinde mümkün olduğunca en çok alanı ele geçirmesi üzerine kurulu. İki oyunculu olarak oynanan oyunda taşlar, satranç ya da damanın aksine, hareket serbestisine sahip değil. Ancak taşlar istenildiği yere yerleştirilebiliyor.
Oyunun temel amacı karşı tarafı ele geçirmek ya da yok etmek üzerine değil, “esir etmek” üzerine kurulu. Oyunda taşları hareket ettirmenin tek yolu, karşı tarafın taşı ele geçirmesine bağlı. Dört aynı sarılan bir taş, “esir düşmüş” sayılarak oyun dışı kalıyor.
Bugünler de hem Türkiye’deki, hem dünyadaki sosyal, siyasal ve ekonomik gelişmelerin, dinamiklerin ve güçlerin hareketleri de tıpkı bir “GO oyununu” andıran cinsten. Her aktör bir yandan karşı tarafın taşlarını yerinden oynatmak isterken, diğer yandan kendi alanını da genişletme çabası içinde.
Ancak ortada bir sorun bulunuyor; daha büyük alanı tutmak için, sadece coğrafi olarak değil, çok daha büyük kaynaklar hareket ettirmek gerekiyor. Daha büyük kaynakları seferber etmenin sınırlarını bilen düzen açısından, diğer seçenek ise “taşları yerinden oynatmak” olarak görülüyor. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, “taşları esir etmek” için adımlar atılıyor.
***
Hem Türkiye’de, hem de dünyada düzeni yöneten güçler açısından bu durum bazı tartışmaları alevlendirmiş durumda. Salgının dünya ekonomisi üzerinde yarattığı sarsıcı etki, uzun süre etkisini koruyacağı biliniyor. Özellikle bu etkinin, sermaye hareketlerindeki değişimi hızlandırması olasılığı güç kazanmış durumda.
ABD ve AB’nin salgın karşısındaki etkisiz ve çelişkili tutumları, salgının merkezi olarak bilinen Çin’in göreli olarak güç toparlamasına neden oldu. Bu durumun sonucunu araştıran İngiltere merkezli CEBR’nin, geçtiğimiz ay yayınladığı rapora göre Çin’in 2028 yılında Dünya’nın en büyük ekonomisi olacağı tespitini yapıyor.[1] Bu araştırmaya göre Çin’in beklenenden daha hızlı bir biçimde bu hedefe varacağı sonucu çıkıyor.
Elbette bu beklenti yeni tür “şokları” hesaba katmayan cinsten ve Londra’nın sermaye sınıfının çıkarlarını gözeten cinsten. Öte yandan, sermaye hareketlerinin değişim yönü bu beklentiyi hesaba katan bir biçim alıyor. Dahası, emperyalist merkezlerin bu gerçeği göz önünde bulundurmadan bir politika geliştirmesi mümkün değil Bu nedenle, emperyalist merkezlerin önümüzdeki dönem politikalarına sermaye akışının nasıl yön verileceği meselesi önem kazanacak.
Burada öne çıkan başlıklardan bir tanesi “salgın sonrası toparlanmanın” nasıl ve “hangi istikamette” olacağı üzerine kurulmuş durumda. Emperyalist merkezlerin bu anlamda tek bir yönü, çıkarı veya hedefi bulunmuyor. IMF’nin “2021 Dünya Ekonomisine Bakış” raporuna göre gelişmiş ekonomiler olarak tariflenen ekonomilerin toparlanma hızı, diğer ülkelere göre daha yavaş seyredecek. [2] Ünlü finans tekeli Goldman Sachs 7 Kasım 2020 tarihinde yayınladığı raporda benzer bir eğilimi tarif ederken, toparlanmanın “aşının etkisine bağlı” olduğu tespitini yapıyordu. [3]
Dünya Bankası da dahil olmak üzere, tüm kurumların beklentisi “V-tipi” keskin bir toparlanma. Öyle ki bu keskinliğin 2008 krizinden daha hızlı olacağı iddiasında bile bulunuluyor. Ancak toparlanmanın etkisinin, pandeminin yarattığı sonuçları telafi edici düzeyde olmaması dikkat çekici. Özellikle “yoksullaşmanın” net bir biçimde ifade edilmesi, bu kurumlar açısından dahi bir zorunluluk hale gelmiş durumda. Bu noktada toparlanmanın, “K-tipi“, yoksul ve zengin arasındaki farklılıkları arttırıcı yönde olacağına ilişkin kanaat ağırlık kazanıyor.
Salgın döneminde büyük tekellerin, başta bilişim, sağlık, ulaşım ve finans sektöründe olanlar, ve onların sahiplerinin büyük bir zenginleşme sağlaması bu beklentiyi güçlendirir yönde. Dolar milyarderlerinin kişisel servetlerinin salgın döneminde 2017 yılındaki zirveyi dahi aşarak 10 trilyon doları aşması dikkat çekici. [4] Gene Oxfam’ın yayınladığı rapora göre, bu durum öylesine büyük ki; dünyanın en zengin 10 kişisi salgın döneminde servetlerine 540 milyar dolar arttırarak, Dünya’daki herkesi aşılamaya yetecek kadar büyük bir servet artışına imza attıkları tespitini yapıyor.
Bu akıl almaz gerçek, kapitalizmin kriz dönemlerindeki eğiliminin, kendisinden öncekiler de içerecek şekilde, tekeller lehine olduğunu gösteriyor. Bu eğilimin “eşitsizliği” beslediği görüşü genel olarak kabul edilse de, aksini iddia edenler de mevcut.[5] Ancak bu itirazın Çin gibi hızlı gelişen ülkeler kaynaklı olduğu rahatlıkla tespit edilebilir. Dahası, eşitsizliğin artışı ile servetin kapitalizmde daha az sayıda kişi arasında toplanmasının doğrudan bir bağı bulunuyor. Ancak ikisi bir neden-sonuç ilişkisi değil, kapitalist üretim tarzının bir sonucu.
Bu tarzın sonucunda taşları yerinden oynatmak için sermaye düzeninin iki yaklaşımı var. Birincisi eşitsizlikleri belli oranda devlet müdahalesi ile azaltıp, yeni teknolojik yatırımlarla, ekonominin dijitalleşmesi ve enerji kaynaklarının çeşitlenmesi kastedilen, toparlanmanın hızlanması öneriliyor. Bu öneriyi teorize eden Nobel ödüllü Stiglitz, artan eşitsizliğin “yeni ekonomik kurallarla değiştirilmesi” gerektiğini IMF’ye özetliyor. [6] Almanya, İtalya, Fransa ve ABD’de de bu duruma yönelik olarak “parasal genişleme” politikaları önerilirken, bu parasal genişlemenin nimetlerinden gene büyük oranda “büyük tekellerin” yararlandığı biliniyor.
İkinci eğilim ise bu tür artan devlet müdahalesinin devlet destekli bir “zombi şirketler ordusu” yaratacağını ve “büyük israflara neden olacağı”, “ceberrut devlet anlayışının yeniden yükselmesine neden olacağı” iddia ediliyor. [7] Ancak bu eğilimin de, önerisinin “sınırlı devlet müdahalesi” olması aslında kapitalizmin tarihsel limiti açısından öğretici.
Türkiye ise bu iki eğilimin dışında, eski tip bir IMF programı ile “yeniden müdahalecilik” arasında gidip gelirken, esas buradaki politikayı belirleyecek olan şey Türkiye’nin sermaye sınıfı ile emperyalist merkezler arasındaki bağ olacak. Buradaki bilek güreşi “piyasa reformu” yapmayı zorunlu kılarken, herkesin ortaklaştığı noktanın “devlet aracılığıyla emekçilerin ürettiği kaynakları sermayeye peşkeş çekme” olması dikkat çekici.
Bu noktada, hem Türkiye’de hem de Dünya’da tüm bu eğilimleri reddeden bir bakışın ortaya serilmesi bir zorunluluk haline geliyor. Belki de böylece oyun tahtasında gerçek iki rakip, işçi sınıfı ile sermaye sınıfı, karşı karşıya gelerek tarihi oyunun sonucunu belirleyebilir.
Öyleyse, şimdi hamle sırası kimde?
[1] https://www.ntv.com.tr/