Üretenler tüketenler
Oysa emek meselesi bir çıkar çatışmasından çok öte, bir hak mücadelesidir. Ürettiğine yabancılaşan emeğin üretimine kavuşması mücadelesidir.
Ekonomi üretim ve tüketim faaliyetlerinden oluşuyor. Üretenler ürettiklerini tüketemediği bir dünyada sıkıntı çekmekte, üretilenleri tüketenler ise fazla bir külfete katlanmadan mutlu ve müreffeh yaşamaktadır. Böyle bir toplumda huzur olur mu, özgürlük ve demokrasiden söz edilebilir mi? Bunların yanıtlarını vermede aceleci olmayalım, önce biraz tarihe, sonra da günümüze gelelim, bakalım süreç nasıl gelişmiş.
Çok gerilere gitmeyelim, ünlü 1789 Fransız Devrimi ile işe koyulalım. Batı Dünyası tarihinde önemli bir dönüm noktası olan, Fransa’da mutlak monarşiyi yıkan ve cumhuriyeti inşa eden bu muazzam hareket özgürlük, kardeşlik ve dayanışma şeklinde üç ilkeyi de günümüze dek söylem olarak kafalarımıza kazımıştır. Bu bir devrim midir? Hayır; çünkü üretim ve üretim araçları üzerinde mülkiyet ilişkisi değişmemiştir, dolayısıyla Sovyet Devrimi gibi bir alt-yapı devrimi değildir. Peki, 1789 bir üst yapı devrimi midir? Evet, zira seçme ve seçilme hakkı önceleri bu hakka sahip olmayanlara da tanınmıştır. Tarihin bir kesitinden yapılan her giriş geride yaşananlar ile de önemli ipuçları sağlar, çünkü yaşanan her devir kendinden öncesinin birikimli sonucu ve eseridir. Nitekim kölelik devrinden farklı aşama ve süreçlerle feodalizme ve kapitalizme geçişlerde alt kesimlerde daima mücadele bayrağı yükselmiş, çok güçlü köylü isyanları yaşanmış, fakat her mücadelenin sonucunda oluşan yeni dönemin beyleri eski dönemin ağalarından oluşmuştur. Fransız Devrimi de bu kuralın bir istisnası değildir. Evet, söz hakkı olmayan “aşağı kesim halk”a seçme hakkı verilmiştir, fakat böylece oluşacak mecliste her türlü yasal değişiklik hakkı tanınmamıştır; çoğunluk idaresinin geçerliliği kabul edilmiş, fakat azınlıkların haklarının korunması da bir demokrasi kuralı olarak teminat altına alınmıştır. Günümüzde dahi çok önemli bir demokratik hak olarak tanınan azınlık hakkı kuralı, aslında, giderek yaygınlaşan yoksullar kesiminin parlamentoya hâkim olarak azınlıkların elindeki üretim araçlarının mülkiyet biçiminin değiştirilmesinin önlenmesine yönelik idi. Kısacası, dönemsel özelliğiyle azınlık hakkı, azınlıkların elindeki servetin korunma gerekçesi idi. Böyle sosyal-siyasal anatomik yapıda siyasal demokrasiden söz edilebilir, fakat ekonomik demokrasi epey uzaklardadır. Ekonomik üretim ve çıkar ilişkileri üzerine inşa edilmiş bir siyasal yapı sol demokrasi olmadığı gibi, sosyal demokrat olarak dahi görülemez.
Fransız sosyal devriminden yaklaşık bir asır sonra 1840’larda İngiltere’de yaşanan sanayi devrimi emekçiler için uyanma fişeği rolü gördü. Fransa’da yaşanan siyasal devrime karşın bu kez İngiltere’de bir ekonomik devrim sistemi zorluyordu. Çünkü emekçi istismarı artık su yüzüne çıkmaya ve toplumu rahatsız etmeye başlamıştı. Gerçi 1600’lerin sonuna doğru John Locke, 1750’lerde Adam Smith emek-değer teorisini ortaya atmışlardı, fakat alt-yapı üretim ilişkileri teori gücüyle değil, sermaye gücüyle devinir. Nitekim bu iki ünlü düşünüre Ricardo ve daha başkaları da katılmış olsa da Karl Marks 1867 yılında ünlü eseri Kapital’in ilk cümlesini “Kapitalizm muazzam bir meta birikimi” şeklinde kuracaktı. En kibar ifadesiyle büyük usta bu ilk cümlesi demektedir ki: “Ey benden yaklaşık bir asır önce gelmiş olan politik iktisat ekolünün düşünürleri, emek değer teorisini siz ortaya atmış ve yaratılan metanın sahibinin emek olduğunu siz söylemiştiniz. Şimdi bakıyorum da aradan geçen koca bir asır boyunca muazzam bir meta yığını oluşturulmuş, adına ‘kapitalizm’ diyebileceğim bu sistemde emekçiler maalesef ortada gözükmüyor!” Kısacası, büyük üstat meta yaratanların aynı zamanda meta tüketenler olması gerekirken, durumun böyle olmadığını belirtmektedir. Evet, klasik dönem üstatları emek değer teorisini ortaya koymuşlardı, fakat sömürü kavramını kavrayamamış, sömürüyü net olarak bulamamışlardı, çünkü o dönemde sömürü Marks dönemindeki kadar aleni değildi.
Bu uzun ifadelerle anlatmaya çalışmam o ki, klasik dönemin büyük üstatları, üstelik de sorunun esasını, biraz kapalı olarak da olsa, saptamış oldukları halde sömürüyü anlayamamışlarken, biz bugün sömürünün bu denli aleni olduğu bir dünyada kullandığımız kavramlar ve mücadele yöntemlerimizle acaba neye hizmet ediyoruz? Emek mücadelesini yürütürken, utangaç tavırlarla kapitalizmin kavramlarıyla işi götürmeye kalkarak emekçiye mi, yoksa amaçtan bağımsız olarak, sisteme mi hizmet etmiş oluruz? Aslında bu sorunun yanıtını da büyük üstat, herhalde bizim fikirsel bağımlılığımızı öngörmüş olacak ki, kendi özgün ifadesiyle vermektedir. Emek cephesinden mücadeleyi samimi olarak yürütenlerin fikirsel bağımlılığı da maalesef, emekçinin üretim faaliyetine olan yabancılaşması gibidir. Marks’ın dört kategoriye böldüğü yabancılaşmanın ikinci kategorisini insanın (emeğin) üretimine yabancılaşması oluşturur. Üretimine yabancılaşan emek, üretim sürecinde oluşan sömürü ilişkisine de yabancılaşır ve süreci tam olarak kavrayamaz. Her şeyi yabancılaştırarak görünüşünü içeriğinden farklılaştıran kapitalizmin sömürülen emekçiye sağladığı huzur(!) sistemin inanılmaz başarısıdır.
Ancak, üstat tam bir ahlâk sembolü olarak, “şeylerin görünüş biçimleriyle özleri dolaysız olarak çakışsaydı bilim tümüyle gereksizleşirdi” ifadesiyle emekçinin üretime ve emeğine yabancılaşmasının çözümlenmesini bilimin görevi olarak anlatmıştır. Fakat işin ilginç yanı şurasıdır ki, üstadın politik iktisat ekolünden ayırdığı, günümüzün ana-akımı olarak cehaletini sürdüren “bayağı iktisat” olarak tanımladığı ekolün bu görevi yapması olanaklı değildir çünkü, bayağı iktisadın görevi sistemin ideolojisini üretip, topluma yayarak meşrulaştıran önemli bir üst-yapı sosyal kurumu olma işlevini yerine getirmektir. İşin düğümlendiği yer de burasıdır. Maalesef, tüm emek tartışmalarında benim de takıldığım yer burasıdır. Şöyle ki, bizim “emek” yahut “emekçi” sözüne karşılık “sermaye” çıkmakta, böylece üretim için gerekli emek-sermaye birlikteliği, karşılıklı çatışmalar perdelenmiş olarak, ortaya serilmektedir. Emek mücadelesi kavramının ortaya atılması da durumu kurtaramamaktadır. Çünkü emek mücadelesinin karşısına, aynı derecede halklı görülebilen, sermaye mücadelesi koyulabilmektedir. Böylece mesele hak mücadelesinden çıkar çatışmasına dönüştürülmüş ve göreli güç dengesine göre oluşan sonuç tartışmasız kabul edilir konuma çekilmiş olmaktadır. Oysa emek meselesi bir çıkar çatışmasından çok öte, bir hak mücadelesidir. Ürettiğine yabancılaşan emeğin üretimine kavuşması mücadelesidir. Bu mücadelenin ilk basamağını, bayağı iktisat söylemlerinden uzaklaşarak emek üzerindeki yabancılaşma psikolojisinin ortadan kaldırılması, gözler önündeki sis perdesinin temizlenmesi oluşturur. Bu görevi ise ancak ideolojik kılıftan sıyrılmış akademisyenler ya da aydınlar yapabilir. Evet, mücadeleyi emekçiler yapacak, ancak emekçilerin mücadeleci ruhunu baskılayan yabancılaşma olgusunun izale edilmesi gerekir. Görevin tanımı böyle olmalıdır ve bu görev de akademiye ya da aydına düşer.
Aydın ya da akademi aydınlanma görevini yaparken, seçeceği kavramlar sisteme uyumlu ya da sistemle bağışık olamaz. Örneğin, eğer ücret yaratılan katma değerden ayrılan bir pay olarak görülüyorsa, emekçilerin “ücret hakkı” kavramı, emek-değer teorisini kabul eden Ricardo’nun sömürüyü anlamasını engelleyen tuzağa çeker bizi. Bu tuzak sermayeye katkı yaparak, ileri dönemler daha yüksek oranda sömürüyü ve işsizliği gündeme taşır. Kavramlar meselesini burada keselim, ileriki dönemlerde zaman zaman bu konuya dönerek bilinç bilemesi yapabiliriz.
Kavramlarla birlikte ve onlar kadar önemli diğer bir mesele de mücadelede yürüyüş temposunun belirlenmesidir. Açıktır ki, bugün yapacağımızı bir mücadelenin hemen yarın sonucu alınacak değildir. Hatta belki bugün mücadele edenler sonucu görmeden terk-i dünya edeceklerdir. Ancak, tüm mücadeleler tarih bilincinin oluşumuna katkı yapmanın yeri ve zamanı geldiğinde volkanı harekete geçirmede rolü büyük olur. O nedenledir ki, her mücadelenin tarihe not düşmek olduğu bilinciyle, sisteme karşı olduğu, ölçülü olarak da olsa, belirli dozlarda belirtilmesi kaçınılmazdır. Aksi halde, ruhu ve nihai hedefi olmayan mücadele görüntüsü, sermayenin de istediği şekilde, mücadele ettiği zannına kaptırılan emekçilere nefes aldırdığı sürece sisteme hizmet etmiş olur.