Yılmaz Güney’e saldırmanın tarihsel kökenleri
"FETÖ’cü müsünüz sorusuna “Masum değiliz hiçbirimiz'' yanıtını veren Bülent Arınç ve AKP/Pelikancı Hilal Kaplan Yılmaz Güney aleyhine sosyal medyadaki ideolojik kin ve kusmukları karşısında, her olayda imza kampanyası düzenleyen solcu sanatçılardan neredeyse hiçbir ses çıkmadı."
Japonya gezisine çıkmış olan Rus Prensi II. Nikolay Aleksandroviç Romanov 27 Nisan 1891 Pazartesi sabahı, (II. Nikolay’ın kuzeni) Yunan Prensi George ve Japon Prens Arisugawa Takehito ile eski Otsu kentini görmeye gitti. Eski şehrin sokakları çok dardı, bu yüzden misafirler at arabaları yerine çekçeklere biniyordu. Ana caddede geçit töreni yapılırken, Sanzo adında bir güvenlik görevlisi Prens II. Nikolay’ın çekçekine yaklaştı ve kafasına bir kılıçla vurdu. II. Nikolay sendeleyerek yolun kenarına doğru kaçtı, diğer iki prens ve çekçek işçisi saldırgan Sanzo’yu etkisizleştirdiler. Bu saldırı II. Nikolay’ın kafasında 7 santim uzunluğunda bir yara açtı. Bütün ülke Rusya’nın intikamından korktu, İmparator Meiji olayı kınadı ve Prens’ten özür diledi. Birçok Japon, Prens’in hızlı iyileşmesini dileyen telgraflar gönderdi ve halka açık dualar ederek Prens’in Japonya’nın dostça niyetlerini anlamasını sağlamaya çalıştı. Yuko Hatakeyama isimli bir kadın, saldırgan adına özür dilemek için açıklama yapma niyetiyle boğazını bile kesti. Prens II. Nikolay, Rusya’ya döndü. 1894’te Rusya’nın son Çarı oldu ve saltanatı, Bolşevik Devrimi’nin patlak verdiği 1917’ye kadar sürdü.
Japon Modernleşmesi hayranı olan ama Osmanlı’daki Batıcılığı savunan aydınları arsız, züppe, kuduz, namaz kılmayan oruç tutmayanlar olarak aşağılayanlar arasında şair Mehmet Akif de vardır. Şerif Mardin İslamcıların Japon Modernleşmesine hayranlıkların şöyle açıklar: “İkinci Meşrutiyet Dönemi açılmadan önce, 1905 yılında, Japonların Rusları yenilgiye uğratmaları, geleneksel değerlerin modern bir medeniyette saklanılabilirliği konusunu gene ön plana itmişti. Acaba Osmanlılar, Japonların yaptığı gibi, Batı’nın tekniğiyle yetinip kendi değerlerini saklı tutabilir miydiler? İslamcı şair Mehmet Akif, bu tezleri 1908’den sonra ortaya atan belirgin kişiler arasında yer alır. Böylece 1908-1918 yılları arasında Batı’yı “taklit” etmeye karşı koyan İslamcı bir akım görüyoruz”
Prens II. Nikolay’a karşı düzenlenen başarısız suikast girişiminin yankıları Osmanlıdaki gericiler arasında sevinçle karşılandı. Suikast girişimini coşkuyla karşılayanlardan birisi de İslamcı şair ve yazar Süleyman Nazif, olayın üzerinden 23 yıl geçmesine rağmen bu olayı unutmuyor ve şunları yazıyordu: “Japonlar yabancılardan yedikleri her zulüm şamarının öcünü almak için yeminler ederken düşmanlarını ilahi adaletin hakkı yerine getiren eli şeklinde ne gördüler; ne gösterdiler! Yirmi bu kadar yıl önce memleketlerini ziyaret etmiş olan büyük ve bugün daha büyük bir yabancıya [II. Nikolay] hiddetli bir Samuray’ın [Tsuda Sanzo] ne yolda davranmış olduğu, herkes gibi, senin de hatırında olsa gerektir. O Japonyalı asil insan, milli ruhun o dakikada maddeleşmiş heyecanlı kini idi ki on beş sene sonraki zafer şiirinin başlangıcını terennüm ediyordu.”
Edebiyatçı Süleyman Nazif’in “Batarya ile Ateş” adlı kitabındaki (1918) ilk üç yazı Osmanlı-Rus Savaşına ilişkindir. Süleyman Nazif “Rus Kimdir? Moskof Nedir?” başlıklı yazısında Ruslara ve Rusya’ya karşı olumsuz önyargılar doğrudan düşmanlık söylemine dönüşür: “Ey Türk oğlu! Sana damarlarındaki kanı hediye edenler; kanlarının son damlalarını Moskof muharebelerinde döktüler. Bu din, bu devlet, bu vatan gibi, bu hınç bu kin, bu intikam da onların sana mübarek bir mirasıdır. Dünyada bir Rusya ve bir Rus kaldıkça bu hakkına ve bu ve vazifene hürmet et. Hakkın öldürmek, vazifen ölmektir Türk oğlu!” der.
İslamcıların dillerine pelesenk olan “Dinim kinimdir” sözünün asıl sahibi Süleyman Nazif’tir ve yine aynı kitabında bu sözün orijinalinin kendisinden çıktığını ifade eder: “DİNİM KİNİMDİR sözü en önce benim lisanımdan çıktı. İlk söylendiği zaman şahsa ait hiç bir kızgınlık anlatmayan bu iki kelime, Balkan Savaşı’nın şu koca padişahlığı temelinden sarsmağa çalıştığı bir zamanda, o zelzelenin şiddetlenmesine bilerek, bilmeyerek hizmetkârlık eden iç ve dış düşmanlara husumetini yöneltmişti. Kendime ait öfke ve teşekkürleri anlatacak sözlerin halk karşısında küçültücü sövüp saymaların benden daima uzak olsun.”
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun tanıklığı aslında Süleyman Nazif kimdir?
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Meşrutiyetin ilanından beri, evine sık sık yatıya misafirliğe gelen; şiir dışında edebiyatın hemen her türünde eser vermiş Fecr-i Ati topluluğun kuruluşunda yer alan Şahabettin Süleyman, bir akşam, her zamanki telâşlı ve heyecanlı haliyle Yakup Kadri’nin üzerine yürürcesine “Erken yemek yiyelim, Süleyman Nazif’i ziyarete gideceğiz” diyor. Şahabettin Süleyman’ın bir büyük müjde gibi verdiği bu haber, Yakup Kadri’de doğrusunu söylemek lâzım gelirse, ne bir sevinç, ne bir ilgi uyandırmıştır. O zamanlar, Yakup Kadri’ye göre Süleyman Nazif, İstibdat devrinde Edebiyatı Cedide şairleri arasında İbrahim Cehdi diye takma bir isimle orta değerde bir takım şiirler yazmış olan Meşrutiyetten sonra da Ebuzziya’nn yeniden çıkarmaya başladığı Tasviri Efkâr gazetesinin baş sütununda kendi adıyla makaleler yazan bir kalem sahibidir.
Yakup Kadir Süleyman Nazif’i ziyaretlerini şöyle anlatıyor:
“Bu sırada, nasıl oldu bilemiyorum, Şahabettin Süleyman, bir Namık Kemal bahsidir açıvermişti. Sanırım, ‘Ne yazık, Namık Kemal, yolunda o kadar mücadele ettiği hürriyet ve Meşrutiyet devrine erişemedi’ demek istemişti. Bunun üzerine, Süleyman Nazif’in, o insanı ısıracakmış gibi dışarıya fırlak dişleri ile gülümseyerek şöyle söylediğini hatırlıyorum: ‘İyi ki erişemedi. Aksi takdirde, Abdülhamid’e takdim ettiği arizelerin [dilekçelerin] meydana çıkarılışı karşısında çok müşkül bir vazıyete düşerdi.’ ve bu sözlerine şunu da ilâve etmişti ‘Hem, merhum [Namık] Kemal Bey pek de şuurlu bir Meşrutiyet taraftarı değildi. Mithat Paşaya yazdığı bir mektubu bugün oğlu Ali Haydar Beyin elindeki tarihi vesaik arasındadır. Merhum bu mektubunda der ki ‘Eğer, Meşrutiyet dediğiniz tarzı idare ‘zerretümâ’ Şeriata mugayir [aykırı ve uygun değil] ise ben bu davaya katiyyen iştirak edemem’. Süleyman Nazif bu savaşı sade kalemi ile yapmazdı. Kaleminden daha keskin olan dili kullandığı ikinci mücadele silâhıydı ve ‘Kinim dinimdir’ parolasıyla açtığı taarruz cephesinde en ziyade bu silâhın kuvvetine dayanmıştır. Eski Osmanlı Padişahları gibi kellelerini uçurmak istediği düşmanlarına da en ziyade bu silahla hücum ederdi ve onda böylesine bir gazap uyandıranların başında, tanıdığım insanların en masumu, en iyisi olan şair Mehmet Emin Bey gelirdi.”
T.C Kültür ve Turizm Bakanlığı geçen gün Yılmaz Güney’in ölüm yıldönümünde “Sinemamızın “Çirkin Kral” lakaplı oyuncusu, senarist, yönetmen ve yazar Yılmaz Güney’i ölüm yıl dönümünde saygıyla anıyoruz” sözleriyle bir açıklama yayınladı. Pelikancı Hilâl Kaplan Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın bu açıklamasına karşılık “Türkiye Cumhuriyeti hâkimi Sefa Mutlu’yu katleden, eşinin başına bardak koyup ateş eden, hatta arabasıyla ezip öldürmeye teşebbüs eden bir caniyi saygı ile anmıyorum” diyerek “isyan” etti. Cumhurbaşkanlığı Yüksek İstişare Kurulu üyesi Bülent Arınç da Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Yılmaz Güney’i anmasana karşı çıktı. “Fikirlere ve sanata duyulan saygı, bir katile paravan olamaz.” diyerek ‘kinimiz dinimizdir’ ideolojisinin takipçisi olduğunu bir kez daha açıktan söylemiş odu.
FETÖ’cü müsünüz sorusuna “Masum değiliz hiçbirimiz” yanıtını veren Bülent Arınç ve AKP/Pelikancı Hilal Kaplan Yılmaz Güney aleyhine sosyal medyadaki ideolojik kin ve kusmukları karşısında, her olayda imza kampanyası düzenleyen solcu sanatçılardan neredeyse hiçbir ses çıkmadı.
İslamcıların dinleri kinleridir bu biliniyor; peki solcuların sınıf kini nerede?
Bu sorunun yanıtını ben vermeyeyim. Bir Yozgat türküsünde “Ben susayım kemiklerim söylesin” der. Bu yazıyı kaleme alan sussun. Bolşevik devriminin lideri, Sovyetlerin mimarı Vladimir Lenin söylesin: “Bu mektubu yazan, burjuvazinin ‘sınıf politikacıları’na karşı soylu bir proleter kini taşıyor (bu kin, yalnızca proleterler tarafından değil, bütün emekçiler tarafından da, Alman deyimini kullanırsak bütün küçük insanlar tarafından anlaşılabilir ve paylaşılabilir bir kindir). Ezilen ve sömürülen yığınların bir temsilcisinin ifadelendirdiği bu kin, gerçekte “bilgeliğin başlangıcı”, her sosyalist ve komünist akımın ve onun başarısının temelidir.”
Mardin, Ş. (1991). Türk Modernleşmesi Makaleler IV. İstanbul: İletişim Yayınları. s. 19
Nazif, S. (1978). Batarya ile Ateş ve Tarihin Yılan Hikâyesi. İstanbul: Tercüman Gazetesi Kervan Kitapçılık. s. 89
A.g.e, s. 15
A.g.e, s. 85
Karaosmanoğlu, Y.K. (1969) Gençlik ve Edebiyat Hatıraları. Ankara: Bilgi Yayınevi. s. 219
Lenin, V. (2008) “Sol” Komünizm- Bir Çocukluk Hastalığı. Ankara: Sol Yayınları. s 78