90’lı yıllar: Faili meçhuller, Sivas, Gazi, Susurluk...

90’lı yıllar: Faili meçhuller, Sivas, Gazi, Susurluk...

15-12-2022 11:07

Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en karanlık dönemleri, en büyük katliamları, en kirli ilişkileri gerici hareketin ve sağın künyesine kazılıdır. Bu künye kirli ve kanlı bir künyedir. İstedikleri kadar beyaz gömlek giyip ‘’temiz siyasetten’’ dem vursunlar hepsinin heybeleri suçla yüklüdür. 

Hakan Yerlikaya

Türkiye kapitalizminin krizlerden çıkış yollarından biri emperyalist güçlerden aldığı borçlar olduysa diğeri piyasa ekonomisinin önündeki engellerin kaldırılması ve kemer sıkma politikaları ile borçların emekçi halkın sırtına yüklenmesi oldu. Bu engeller, hukuki ayağı da dahil olmak üzere düzenin restorasyonunu hedefleyen bir program çerçevesinde ele alındı.

Bu açıdan Türkiye’de 1990’lı yıllara yakından bakmadan önce sermaye düzeninin 24 Ocak kararları ile başlayan neo-liberal dönüşüm programını açıklamasıyla yaşanan gelişmeleri hatırlamak faydalı olacaktır.

Darbeci Kenan Evren sermaye düzeninin bekası adına 12 Eylül faşist darbesini gerçekleştirdikten sonra ”Eğer 24 Ocak kararları denen kararların arkasından 12 Eylül dönemi gelmemiş olsaydı, o tedbirlerin fiyasko ile sonuçlanacağından hiç şüphem yoktu. Böyle sıkı bir askeri rejim sayesinde o tedbirler meyvesini vermiştir” demişti.

12 Mart 1971 darbesinden sonra toparlanmaya başlayan Türkiye sosyalist hareketinin ve işçi sınıfının örgütlülüğü 24 Ocak kararlarının önündeki en büyük engeller olarak görülüyordu. İşçi sınıfının grevlerle karşılık verip direndiği, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in katledildiği ardından DİSK’in kapatılması istemiyle dava açıldığı bir sürecin arkasından 12 Eylül faşist darbesi gerçekleşmişti.

Sermaye düzeninin ülkedeki sol yükselişin önünü kesme ve hatta kökünü kurutma görevini verdiği Kenan Evren üstlendiği görevin önemini yukarıda hatırlattığımız açıklamasıyla itiraf ediyordu. 24 Ocak kararlarının hayata geçirilmesi ve neo-liberal piyasacı ekonomi modelinin önündeki siyasal engellerin yok edilmesi açısından faşist Kenan Evren tarihsel rolünü oynamıştı.

12 Eylül 1980 faşist darbesinden hemen sonra Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) başkanı Halit Narin ise “Bugüne kadar hep işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” demişti. 12 Eylül, 24 Ocak kararlarının yolunu düzlemiş ve bugünlere uzanan gerici-piyasacı dönüşümün ilk kilometreleri geride bırakılmaya başlanmıştı.

12 Eylül sonrası burjuva devlet aygıtı da yeniden yapılanmaya başlıyor ve dinci-faşist hareketin devlet içindeki kadrolaşma kanalları açılıyordu. ABD’nin yeşil kuşak projesinin Türkiye’deki figürü, bugünün FETÖ’sü Fethullah Gülen’in kadroları, başta emniyet teşkilatı olmak üzere devlet içinde adeta huruç harekâtına başlamışlardı. Sermaye düzeninin toplumsal yaşamı dönüştürme hedefinde de önemli bir rol verdiği dinci hareketin önü daha da açılmış oldu.1980’li yılların sonuna gelindiğinde Fethullahçı örgütlenme emniyet teşkilatının tamamında hâkim güç haline gelmişti.

Özellikle 1980’in ikinci yarısında solun ve sınıf hareketinin yeniden yükselişe geçtiği, Netaş grevi ile başlayan 89 bahar eylemleriyle yeni bir dönemin kapısı aralanıyordu. Bununla beraber 1984 yılında PKK’nin kuruluşu ve silahlı eylemlere başlamasıyla sermaye düzeninin legal yollar dışında illegal araç ve yöntemleri sahaya süreceği bir konjonktüre giriliyordu.

Darbe hükümetinden sonra görevi devralan Anavatan partisi hükümetinin üç dönem süren iktidarı 1991 yılında sona eriyor DYP-SHP koalisyonu sermaye düzeninin 49.hükümeti oluyordu.

KARANLIĞA ADIM ADIM…

Türkiye artık ‘’faili meçhul!’’ siyasi cinayetlerin ve katliamların damgasını vuracağı o karanlık yıllara girmişti. Sermaye devleti artık Jitem (Jandarma İstahbarat ve Terörle Mücadele) gibi elindeki “yeni güçleri” devreye sokarak hem solun ve işçi hareketinin yükselişine hem de Kürt siyasi hareketine ve aydınlara savaş açmıştı. Öte yandan Hizbullah’ın bölgede Kürt siyasetçileri ve aydınlarına yönelik silahlı eylemleri ve suikastları günden güne artıyordu.

Ülkenin en karanlık, en baskıcı dönemine girilirken ‘’Gayri nizami harp’’ ve ‘’kontrgerilla’’ yöntemleri doruk noktasına ulaşmış, burjuva hukuku dahi tamamıyla rafa kaldırılmıştı. Sadece Kürt illerinde işlenen ‘’faili meçhul’’ cinayetlerin sayısı binlerle ifade edilir düzeye ulaşmıştı.

1990-1993 aralığı aydınlara, yazarlara ve kürt siyasetçilerine dönük sistematik siyasi cinayetlerin doruğa çıkmasıyla ülke tarihine geçti. Üç yıl içerisinde o kadar çok faili meçhul cinayet işlendi ki; İHD’nin 1992 yılı raporunda, sadece o yıl içerisinde öldürülen gazeteci sayısının son 30 yılda öldürülen gazeteci sayısına eşit olduğu bilgisi paylaşıldı. 1992 yılında öldürülen 13 gazetecinin 12’si ise OHAL (Olağanüstü hal) bölgesinde katledilmişti. Sistematik cinayetler, baskılar, işkenceler, gözaltında kayıplar adeta hayatın olağan akışı haline getirilmişti.

Bu karanlık döneme ışık tutarken Tansu Çiller ve Mehmet Ağar isimleri anılmadan geçilemez. Mehmet Ağar’ın ‘’1000 Operasyon” adıyla tarif ettiği kontrgerilla cinayetlerinden bahsederken duyduğu gurur hafızalardan silinmiş değil…

Şimdi sadece 1990 ile 1993 yılları arasında işlenen siyasi cinayetleri hatırlayalım:

31 Ocak 1990: Prof. Muammer Aksoy silahlı saldırı sonucu öldürüldü.

7 Mart 1990: Hürriyet gazetesi genel koordinatörü Çetin Emeç ve şoförü evinin önünde silahlı saldırıyla öldürüldü.

4 Eylül 1990: İlahiyatçı Yazar Turan Dursun silahlı saldırı sonucu öldürüldü.

6 Ekim 1990: Prof. Bahriye Üçok evine gönderilen bombalı paketle öldürüldü.

18 Haziran 1991: Sosyalist Parti Şırnak il yöneticisi İbrahim Sarıca ‘polisiz’ diyen kişilerce kaçırıldı. İki kurşun sıkılmış cesedi evinin yakınında bulundu.

5 Temmuz 1991: HEP Diyarbakır il başkanı Vedat Aydın, ‘polisiz’ diyen kişilerce evinden alınıp götürüldü. Sonra cesedi bulundu.

12 Temmuz 1991: Dev-Sol militanı oldukları iddiasıyla 10 devrimci İstanbul’da yargısız infazla katledildi.

16 Ocak 1992: HEP Siirt il başkanı Mehmet Demir kaçırılıp öldürüldü.

21 Eylül 1992: Yazar Musa Anter Diyarbakır’da kontrgerilla tarafından katledildi.

24 Ocak 1993: Gazeteci Uğur Mumcu bombalı bir suikastle öldürüldü.

25 Ocak 1993: ÖZDEP Erzincan il başkanı Cemal Akar kaçırılıp öldürüldü.

21 Şubat 1993: Avukat Metin Can, Doktor Hasan Kaya kaçırılarak öldürüldü.

5 Haziran 1993: ANAP Varto ilçe başkanı Kerim Geldi polis olduklarını söyleyen kişilerce kaçırılıp öldürüldü.

28 Temmuz 1993: Özgür Gündem Bitlis muhabiri Ferhat Tepe kaçırılıp, işkence edilerek öldürüldü.

Ahmet Taner Kışlalı ise 21 Ekim 1999’da evinin önünde arabasına bindiği sırada bombalı saldırıyla katledildi.

Dönemin Başbakanı Tansu Çiller, 4 Kasım 1993’te yaptığı basın açıklamasında “teröre destek veren iş adamı ve sanatçıların isimlerini biliyoruz, hesap soracağız…” demiş, bu açıklamadan sonra gazetelerde bir isim listesi yayınlanmıştı.  Kısa bir süre içinde listede adı geçen çoğu Kürt iş adamı, sanatçı ve aydınları hedef alan infaz, kaçırma ve faili meçhuller gerçekleşmeye başladı. Fuat Erdoğan, Medet Serhat, Faik Candan, Metin Can, Şevket Epözdemir bu dönemde sokak ortasında kurşunlanarak veya kaçırılarak öldürülen avukatlardı.

Faili meçhul cinayetlerde 1992-1993 yılları arasında 630 insanın öldürüldüğü, TBMM Faili Meçhul Siyasi Cinayet Raporunda kayıt altına alındı.Aynı rapor 1975-1994 arasında geçekleşen toplam faili meçhul cinayetlerde yaşamını yitirenlerin sayısının 908 olduğunu belirtiyordu. On dokuz yılda gerçekleşen toplam faili meçhul cinayetin  üçte ikisinin sadece bir yılda gerçekleşmiş olması 90’lı yılların karanlığını anlamak için yeterde artar bile…

Türkiye’de 90’lı yıllar sadece faili meçhul cinayetler, baskılar, gözaltında kayıplarla değil aynı zamanda iki büyük katliamla daha hatırlanıyor.

2 TEMMUZ 1993 SİVAS KATLİAMI

Sermaye düzeninin 12 Eylül sonrası toplumsal ve siyasal alanda ki örgütlenmesinin önündeki engelleri kaldırmasıyla dizginlerinden boşalan dinci gerici hareket kanlı tarihine yeni bir sayfa daha yazdırıp Sivas’ta kitlesel bir katliama daha imza atacaktı.

Pir Sultan Abdal Kültür şenlikleri için Sivas’a giden aydınları, yazarları, sanatçıları ve halkı hedef alan bir katliamın hazırlıklar yapılıyordu. Etkinlikler başlamadan iki gün önce yobazlar Sivas’a yığınak yapmış, etkinliklere katılacağını açıklayan Aziz Nesin’i hedef gösteren bildiriler dağıtmaya başlamıştı. Açık bir biçimde katliam çağrıları yapılıyordu.2 Temmuz günü Cuma namazı bu çağrıların eyleme dönüşmesi için muazzam olanak sunuyordu. Devletin gün boyunca seyrettiği provokasyonlar Cuma namazı çıkışında kitlesel bir saldırıya dönüştü. Kent merkezindeki Pir Sultan Abdal ve Atatürk heykellerini parçalayan gerici güruh “şeriat isteriz” ve ”Sivas laiklere mezar olacak” sloganlarıyla etkinliklerin yapıldığı Kültür merkezine saldırıya geçti. Sivas’ın orta yerinde devletin ve  kolluk güçlerinin izlediği, etkinliğe katılmak için kente gelenlerin kendilerini savunmak için direndiği, saldırıları püskürttüğü saatler yaşanıyordu. Ancak yobaz güruh giderek kitleselleşmeye devam ediyordu.

Sayıları artan gericiler, sanatçıların ve Aziz Nesin’in kaldığı Madımak Oteli’nin önüne yığılmaya başlamıştı. Otel içerisinde saatlerce mahsur kalanlar birçok bürokratla telefon görüşmesi yaparak devletin müdahale etmesini istediler. Ancak devlet yardım etmedi. Otel içindeki aydınların, yazarların, halk ozanlarının ve yurttaşların katledilmesini, otelin yakılmasını bekledi.

Saatler süren saldırının sonunda 33 aydın ve 2 otel görevlisi diri diri yakılarak katledildi. Katliam sırasında veya hemen ardından devlet yetkililerinin yaptığı açıklamalar bu katliamın azmettiricilerini de açık biçimde gösteriyordu.

Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel: “Halkla güvenlik güçlerini karşı karşıya getirmeyiniz”
Başbakan Tansu Çiller: “Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir”
İçişleri Bakanı Mehmet Gazioğlu: “Aziz Nesin’in halkın inançlarına karşı bilinen tahrikleriyle halk galeyana gelerek tepki göstermiştir”

Sivas katliamı davasında yıllardır sürdürülen hukuki mücadeleye rağmen gerçek suçlular yargı önüne çıkarılmadı. Katliama yol veren devlet görevlileri yargılanmadı. Katillerin mahkemedeki savunmasını üstlenen AKP’liler, 13 Mart 2012 tarihinde katliamın zamanaşımından düşürülmesine de imzasını atacaktı. Meclis’e gelen zamanaşımı kararını engelleyen düzenleme AKP’li vekillerin oylarıyla reddedilmişti. Bu kararı protesto eden halkın üzerine gaz bombalarıyla saldırıldı. Aynı gün Başbakanlık koltuğunda oturan Erdoğan, karara ilişkin “Hayırlı olsun!” diyecekti.

12 MART 1995 GAZİ KATLİAMI

Sermaye devleti bu kez Alevi ve Kürt emekçilerinin yoğun olarak yaşadığı İstanbul Gazi Mahallesinde büyük bir katliamın daha fitilini ateşliyordu. 12 Mart 1995 akşamı daha çok Alevi yurttaşların gittiği 3 kahvehane ve 1 pastane “kimliği belirsiz” kişiler tarafından otomatik silahlarla tarandı. Saldırıda kahvehane de oturan Halil Kaya adlı Alevi dedesi hayatını kaybetti. Beşi ağır olmak üzere toplam 25 kişi yaralandı. Saldırganlar kaçırdıkları taksinin şoförünü de öldürüp aracı daha sonra ateşe verdiler.

Kahvenin taranmasını protesto eden ve cenazeleri kaldırmak isteyen halkın üzerine uzun namlulu silahlarla ateş açıldı. Yeni ölümlerle birlikte Gazi mahallesi dışında Ümraniye 1 Mayıs mahallesinde de halkın protesto yürüyüşüne silahlı saldırılar gerçekleşti. Üç gün süren eylemler sonucunda Gazi ve Ümraniye’de 22 yurttaşımız hayatını kaybetti. Yüzler kişi ise ateşli silahlarla yaralandı.

Uzun yıllar süren Gazi davasında, sanıkların büyük kısmı (18 polis) beraat ettirildi. Sadece 2 polise sembolik cezalar verildi ve kısa bir süre cezaevinde kaldıktan sonra tahliye edildiler. Dönemin kamu görevlileri hakkındaki suç duyuruları karşılıksız kaldı. Haklarında tek bir soruşturma dahi açılmadı.

Sermaye düzeni gerek doksanların ilk yarısındaki faili meçhul siyasi cinayetlerle gerekse Sivas ve Gazi katliamlarıyla restorasyon dönemine doğru yol alıyordu. 12 Eylül faşist darbesiyle dinci gericiliğin siyasal alandaki gelişimi, devlet içindeki illegal yapılanma ve kliklerin aynı zamanda çetelere dönüşmesi, bu çeteleşmenin uyuşturucu ticaretinde edindiği yerler düzenin kriz sarmalını belirgin biçimde gözler önüne seriyordu.

SUSURLUK: DEVLET-MAFYA-SİYASET ÜÇGENİ

Bu siyasi tablo sermaye sınıfına yeniden yapılanmayı dayatıyordu. Tam da böylesi bir ortamda devletin ve çetelerin ilişkisini en çıplak haliyle ortaya koyan büyük bir tesadüf  ile düzen ‘’pişti’’ oluyordu. 3 Kasım 1996 günü Balıkesir’in Susurluk ilçesinde saat 19:30’da meydana gelen trafik kazasında İstanbul Polis Okulu Müdürü Hüseyin Kocadağ, Mehmet Özbay sahte kimlikli Abdullah Çatlı ve Melahat Özbay sahte kimlikli Gonca Us ölürken; DYP Şanlıurfa Milletvekili ve Bucak aşireti lideri Sedat Edip Bucak yaralandı.

Lüks mercedes ile bir kamyonun bu tarihi çarpışması ülkede “temiz siyaset” adı altında sürdürülen kirli yönetim, çarpık ilişkiler ve devlet-mafya-siyaset üçgenini en sarih haliyle toplumun gözleri önüne sermişti. Kaza zincirleme şekilde devlet bürokrasisinin kontrgerilla ve diğer kirli ilişkiler ağının deşifre olmasını da sağladı.

İstanbul Meslek Odaları Koordinasyonun girişimiyle, siyasi partiler ve yurttaşların da katılımıyla bu tabloya karşı ‘’Sürekli aydınlık için 1 dakika karanlık’’ eylemleri başladı. 1 Şubat 1997’de başlayan eylemler, giderek kitleselleşti. Halk, eylemi kendi yaratıcılığını kullanarak çeşitlendirmeye başladı: ışıklar yakılıp söndürülüyor, balkonlara çıkılarak düdükler, tencerelerle ses çıkartılıyordu. Eylem sokağa da dökülmüştü, yurttaşlar mumlarıyla meşalelerle protestolar düzenlemeye başlamıştı. 15 Şubat’a gelindiğinde eylemlere Türkiye genelinde yaklaşık 30 milyon kişi katılmıştı.

DÜZENİN RESTORASYONU

Düzene yönelen öfkenin büyümesiyle sermaye sınıfının bu öfkeyi nasıl tahliye edeceğine karar vermesi yeni bir döneminde başlangıcı oluyordu. Dönemin hükümet ortağı olan ve dinci yükselişin siyasi adresi olan Refah Partisi 28 Şubat kararları ile iktidardan indirildi.

28 Şubat kararları devletteki restorasyon arayışının son “ilerici” hamlesiydi. Ancak 90’ların sonu bu arayışın pek de karşılık bulmadığı bir dönem oldu. Sermaye düzeninin siyasi krizlerinin sarsıntısı sürüyorken 2001 ekonomik krizi, düzenin aslında tüm aktörleriyle büyük bir çöküş içinde olduğunu ortaya çıkarıyordu. Refah-Yol hükümetinden sonra sırasıyla iktidar olan 55. Anasol-D hükümeti, 56. DSP hükümeti ve 57.Anasol-M koalisyon hükümeti de bu çöküşü durduramadı.

Devletin 12 Eylül sonrası gelişip serpilmesine yol verdiği dinci-gericilik artık AKP adıyla meclisin kapısındaki yerini almıştı. 3 Kasım 2002 tarihi AKP ve sermaye sınıfının, emperyalist-kapitalist sistemle uyum adına köklü bir rejim değişikliğine gidecekleri kapıyı birlikte araladığı tarih olarak kayıtlara geçmiş oldu.

KARANLIK SURETLER, KATLİAMCILAR AKLANAMAYACAK

Bugün 1990’lı yıllarda ülkemizin devrimcilerine, aydınlarına, işçilerine ve insanlığa karşı işlenen suçlardan yargılanması gereken gerici ve sağcı bir dizi figür, düzen siyasetinin kendilerine biçtiği roller ile aklanma fırsatı yakalıyor. Mehmet Ağar, Tansu Çiller, Meral Akşener gibi siyasi figürler bugün ülke siyasetinde kendilerine yeniden yer bulabiliyorlar. Dinci gericiliğin ve sağın hem doksanlı yıllarda hem de AKP’li yıllarda öne çıkan figürlerinin ‘’temiz siyaset’’ söylemine sarılmalarının arkasında kuşkusuz kanlı ve karanlık bir siyasi tarihe sahip olmaları gerçeği yatıyor.

Elbette AKP’nin iktidara gelişiyle bu kadro daha da genişledi.

Bugün Suriye’nin parçalanmasında, cihatçı çetelere yol verilmesinde, ABD’nin Suriye’nin kuzey doğusunu işgal etmesinde siyasi sorumluluğu bulunan Ahmet Davutoğlu Millet ittifakı zemininde beyaz gömleği ve ”temiz siyaset” söylemiyle kendini aklama gayreti içinde.

Ali Babacan Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı özelleştirme döneminin baş mimarı olarak Millet ittifakı içerisinde ”aklanma” fırsatını değerlendirmekte.

”Pencereleri açamadıklarından dolayı insanlar ölmüş” diyerek Sivas katliamını katliam olmaktan çıkarıp ”hadise” diye nitelemeye çalışan Temel Karamollaoğlu da bugün altılı masanın ”şirin dedesi” olarak ”aklanma” şansı bulan gerici figürlerden biri olarak karşımızda duruyor.

Liste uzayıp gider… Her biri devrimcilerin hafızalarında.

Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en karanlık dönemleri, en büyük katliamları, en kirli ilişkileri gerici hareketin ve sağın künyesine kazılıdır. Bu künye kirli ve kanlı bir künyedir. İstedikleri kadar beyaz gömlek giyip ‘’temiz siyasetten’’ dem vursunlar hepsinin heybeleri suçla yüklüdür.

Hem bu yıkılası düzen ile hem de ürettiği bu karanlık suretlerle büyük bir davamız var. Yargılayacağımız, heybelerindeki insanlık suçlarını yüzlerine okuyup hesap soracağımız günleri yakınlaştırmak ise komünistlerin omuzlarındaki en ağır yüklerden biri olmaya devam ediyor.