Arabada prenses var
Pamuk Prenses ve Külkedisi masallarıyla büyütülen Cumhuriyet kuşakları, Türkiye’de sarayın çakmasına karşı çıkarken Avrupa’daki orijinalini çekici buluyor.
Çağdaş olarak görülen İngiltere, Hollanda, Norveç, İsveç, Monaco gibi ülkelerdeki kraliyet aileleri çok uzun yıllardan beri magazinsel haberlerle gündeme geliyor. Yakışıklı prensler, güzel prensesler, genç ya da geç yaşta kral olanlar, tahtsızlar ya da bahtsızlar medyada hemen yer buluyor! Ünlü kişi (celebrity) olarak medyatikleşen kraliyet ailesine mensup bireyler üzerinden monarşi güzellemesi yapılıyor. Bu sayede kamuoyu saraya özgü hiyerarşiyi ve kuralları öğrenip içselleştiriyor. Krallar, kraliçeler, prensler saygın ve dokunulmaz kılınıyor. Dini ve cismani soylu şahsiyetlerin itibarına hizmet eden heykel, resim, minyatür gibi yapıtların sergilendiği kiliseleri, sarayları ve şatoları dünyada her gün binlerce turist geziyor. Tiyatro oyunları, sinema filmleri, çizgi filmler ve televizyon dizileri de bilerek ya da bilmeyerek aynı amaca hizmet ediyor. Ortaçağı simgeleyen krallıkların 21. yüzyılda dahi varlıklarını sürdürebilmelerinin temel nedeni kuşaktan kuşağa aktardıkları büyük servetleridir. Bu sayede kraliyet aileleri ‘demokratik’ Batılı ülkelerde bile itibarını koruyup sempatiyle karşılanabiliyor. Toprak işgalleri ve sömürgeci talan ile oluşan kanlı servetlerini sorgulamak da devrimci sosyalistlere düşüyor.
(Bkz. https://gazetemanifesto.com/2022/kralice-elizabethin-kanli-mirasi-497668/)
Bir grubun toplumsal servete güç kullanarak el koyması hem sınıfsal ayrıcalığı, hem de sınıfsal ayrımcılığı doğuruyor. Karl Marx’a göre toplumsal servetin büyük bölümüne sahip olan gruplar, diğerlerini denetim altına alıyor. Max Weber de toplumsal kesimleri birbirinden ayıran mülkiyet, prestij ve güç farklılıklarına dikkat çekiyor. Weber’e göre mülkiyet farklılıkları sınıfları, prestij farklılıkları sosyal statü düzeylerini, güç farklılıkları ise çıkar gruplarını oluşturuyor [1].
Otorite kurduran güç
Gücün ve prestijin temel dayanağı mülkiyet olgusudur. Mülkiyet ilişkileri bağlamında ekonomik değer olarak kabul gören her şey (toprak, sermaye, üretim araçları) toplumda bir güç ve prestij ögesi olarak anlam kazanıyor. Güç, siyasal sistemlerde organize bir egemenlik aracı olarak işlev gördüğü için otorite kurmayı da meşrulaştırıyor. Böylelikle otoriteyi elinde bulunduranların kendi iradeleri doğrultusunda başkalarının davranışlarını yönlendirip denetlemesi olağanlaşıyor.
Toprağa dayalı (feodal) toplumları niteleyen aristokraside piramidin en tepesindeki kral (imparator), egemenliği kendisine bağlı soylularla ve ruhban sınıfıyla paylaşıyor. Sahip olunan toprak büyüklüğü soylular arasındaki hiyerarşi açısından da belirleyici oluyor. Hiyerarşik düzenin en altında derebeylerine bağımlı köylü topluluğu olan serfler yer alıyor. Toprakta çalışmakla yükümlü olan serfler aynı zamanda toprakla birlikte alınıp satılan köle sınıfını oluşturuyor. İradesi elinden alınmış köleler karşısında soylular, fiilen ayrıcalıklı bir sosyal statü kazanmış oluyor. Aristokraside avam olarak aşağılanan köylü sınıfı, kabalığı ve görgüsüzlüğü; soylular sınıfı ise zarafeti ve görgüyü temsil ediyor (!)
Hayranlık uyandıran kraliçe
Yüzyıllar boyunca kilise, krallar, soylu ve varlıklı aileler toplumda prestijlerini artırmak için sanatla, şiirle iç içe yaşamış; bir çok sanatçıyı ve şairi himaye etmiştir. Soylular sınıfı ürettiği kültürel değerlerle alt sınıftan kendini yalıtarak ayrıcalıklı bir konuma sahip olmuştur. Soyluların sosyokültürel düzlemde kurduğu hegemonya, yıllar boyu toplumun farklı kesimlerini farklı şekillerde etkilemiştir. Örneğin ülkemizde çocuklara verilen, “Ertuğrul, Osman, Fatih, Yıldırım” gibi soylu sınıfı simgeleyen isimler, geçmişe dair kültürel hegemonyanın bugünlere dönük yansımalarıdır. Bazı futbolcular, teknik direktörler, iş adamları ve dahi türkücüler toplumda “kral/imparator” unvanlarıyla taçlandırılıyor. A Milli Kadın Voleybol Takımı oyuncuları filenin “sultanları” olarak adlandırılıyor. Özel taşıtların arka camına yapıştırılan “arabada prens var/prenses var” etiketleri de bu örneklere eklenebilir.
Avrupa’daki kraliyet aileleri geçmişten bugüne kesintisiz olarak varlığını sürdürdüğü için saray geleneği korunabiliyor. Osmanlı’yı ihya edeceğini sanan Erdoğan iktidarının açmazı da buradan kaynaklanıyor. Devasa binalar, görkemli mobilyalar, emperyal hevesler ve yozlaşmış kültürel değerler yıkılmış bir imparatorluğu diriltmeye yetmiyor. Sembolik diye normalleştirilen Avrupa’daki krallıklar ise ellerindeki maddi, manevi birikimleri sayesinde egemenliği bugün dahi kentsoylu sınıfla (burjuvazi) paylaşabiliyor.
Öte yandan İngiltere Kraliçesi’nin ölümü üzerine yapılan sosyal medya paylaşımlarını okuyunca Türkiye’de kendini cumhuriyetçi olarak tanımlayan bazı bildik isimlerin 2. Elizabeth’e hayranlık duyduğunu anlamış olduk. Bu konuda paylaşım yapanlar arasında kraliçenin gücünü statüsünden değil de kadın olmasından aldığı sanısıyla gururlanan feminist kadınlar bile var. 70’inden sonra kraliyet tacını giyebildiği için Prens Charles’la dalga geçenlerin de gerici monarşik düzenlerle ideolojik olarak sorunları olmadığı anlaşılıyor.
Pamuk Prenses ve Külkedisi masallarıyla büyütülen Cumhuriyet kuşakları, Türkiye’de sarayın çakmasına karşı çıkarken Avrupa’daki orijinalini çekici buluyor. Devasa gücüyle ve ihtişamıyla hayranlık uyandıran soylular sınıfı, çoğu insanda özenme ve imrenme gibi dostane duygular oluşturuyor. 21. yüzyılda kraliyetin tarihsel anlamını sorgulayamayanlar için acilen sınıf odaklı bir gözlük sipariş etmek gerekiyor.
[1] https://www.j-humansciences.com/ojs/index.php/IJHS/article/view/378/267