Batı cephesinde yeni bir şey yok (mu?)
Siyaset, sınıf mücadelesinin güçlü bir etken olarak çıkmadığı bir anda, rahatsız edici bir kayıtsızlığa dönüşür. Dolayısıyla bu kayıtsızlık, geniş kesimler için var olanın kabullenilmesi anlamına gelen bir atalet yaratır.
Erich Maria Remarque’nin 1929 yılında çıkan ve Türkçe’ye “Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok” adlı eseri, hem edebiyat tarihine, hem de sinema tarihine damgasını vuran yapıtlardan biri. Eser, 1.Dünya Savaşında Alman-Fransız cephe hattında yer alan askerlerin yaşadıklarına, savaş öncesi ve esnasında edindikleri deneyimlerin kendilerini nasıl değiştirdiğine odaklanıyor. Savaşın insan üzerindeki yıkıcı etkisini konu alan eserin, kendi savaşları olmayan bir mücadelede genç insanların nasıl solup gittiğine iyi bir örnek.
Şimdilerde eser, bir dijital platform tarafından yeniden çevrilen bir sinema filminde tekrar izleyicinin karşısına çıkmış durumda. Köşe yazısında bu eseri ve içeriğini anlatmayacağız, ancak eserin “batı cephesinde yeni bir şey yok” söylemini bugünün siyasetine uyarlamaya çalışacağız. Sahi, bugünün siyasetinde değişen hiçbir şey “yok” mu?
Sıradan “vatandaşı” ele aldığımızda günümüz siyasetinin çalkantılı ve bir o kadar çelişkili hali iç bunaltıcı olabiliyor. Nitekim, standart siyasi yorumcular, akademik çevreler ve yazarlar için söz konusu iç bunaltıcı halin “ezberlere yaslanma” güdüsüyle karşılanmaya çalışıldığı görülüyor. Güncel siyasette iktidar ve muhalefetin adımları, havada uçuşan “misyonlar”, her biri milyon dolarlık futbolcuları andıran “yıldız danışmanların” imzasının bulunduğu programlar, bu ezbere yaslanan çevreler için alışıldık tepkileri vermesine neden oluyor. Dolayısıyla sıradan vatandaşı “otorite kimse yüzünü ona dönmeye” iten kayıtsızlığa ya da “seçim toto” oynamaya iten o duygu ortaya çıkıyor: “batı cephesinde değişen bir şey yok”.
Dolayısıyla bize düşen görev, biraz değişen noktaları işaret etmek, batı cephesinde büyük bir gürültünün kopmasının an meselesi olduğunu hatırlatmaktan geçiyor. Evet, bugün düşünce dünyası, sadece Türkiye için değil, tüm Dünya’da ezberlere saplanmış durumdadır. Kimisi Soğuk Savaş zamanından kalma, kimisi daha da geçmişten kalan her türlü düşünce kırıntısı bize “hedef” olarak sunuluyor. Gericisiyle, liberaliyle, milliyetçisiyle bu çark tam da böyle dönüyor!
Ancak dönen çarkın belli ki dişlileri kırılmaya başlamış durumda. Gerici, liberal ya da milliyetçi ezberlerin toplum nezdinde “coşkulu” bir biçimde kabul gördüğü bir dönemden geçmiyoruz. Dolayısıyla taraflar açısından “-mış gibi” yaparak zaman kazanma çabasına dönüşüyor. Biraz açalım bu kısmı.
20 yıla yakındır iktidarda olup, emperyalist merkezlerin verdiği kredileri sonuna kadar kullanan, Irak, Afganistan ve Suriye’de yanan ateşe “benzinle” giden, ülkenin temeli sayılacak Lozan ve Montrö’yü “tartışmaya açan” iktidar, “vatan topraklarını sömürgeci emperyalist güçlere karşı verdiğimiz mücadeleye borçluyuz” açıklaması yapabilme “hakkını” kendinde görebiliyor. “Siyaset bu” deyip geçecek değiliz. Emperyalistlerle pazarlığa oturan, İsrail ile “anlaşmaya” varan, Ukrayna-Rusya savaşında NATO’nun askeri konseptinin bir parçası olan iktidar, elindeki pazarlık kozlarını oynamaya, “bana destek verin, iktidarda tutun” mesajı vermeye devam ediyor. Bunu yaparken de, bir yandan içeride “meşruluk” çizgisi oluşturmak ve “geçmişten bugüne gelen egemenliğin temsilcisi” olarak kabul görmeyi hedeflemektedir.
Elbette bu “-mış gibi” yapmak, siyasetin manevralarından biri. Ancak bu manevranın her gün ağırlaşan kriz şartları altında uluslararası sermayeye ülkenin her türlü değerini “ucuzdan pazarlamanın” yolu haline gelmiş durumda. O yüzden çarkın dönmesini sağlayan dişliler de bir tutukluk bulunuyor.
İktidarın “pazarlık” arayışından muhalefet de uzak değil. Geçmişte “İngiliz tefecilere” vurgu yaparak iktidarı eleştiren CHP’nin çareyi Londra finans piyasalarında araması “şaşırtıcı değil”. Kriz dönemlerinde sermaye adına uluslararası destek arayışına girme eğilimi giderek artan. CHP burada tarihsel misyonunu oynayarak AKP’nin alternatifi olacak “sosyal-liberal” bir programın temsilciliğini üstlenmeye çalışıyor. 2001 krizi sonrası Derviş ile yapılan hamle, ekonomik kaynakların sermaye adına yeniden düzenlenmesini içeriyordu. Bu programı 2001 sonrasında AKP tam boy bir biçimde, üstelik hayal edilenin ötesinde uygulama fırsatı bulmuştu. Şimdi yaşanan krizin benzer bir biçimde aşılması mümkün. CHP dışında sağ aktörün “aynı programı” sermaye adına uygulama olanağı CHP’nin kurduğu denklemle olanaklı hale gelmiştir.
Yukarıda ayrıntılarıyla ifade etmeye çalıştığımız çerçeve, bizim düşünce dünyamızın unsurlarının ezberlerini aşmakta. Liberallerin geçmiş paradigmalara saplanarak kurduğu “siyasi analizler” de, AKP’nin kalemşörlerinin ısrarla çiğnemeye çalıştığı sloganvari söylemler, günümüzde yaşananları açıklamakta zorlanmaktadır. Ezberler değişmek zorunda, ancak ezberleri “mevcut anlayışlarla” değiştirmek de mümkün değildir. Makul ya da makbul bir anlayış değil, kökten, yeni bir anlayış ortaya çıkmalıdır. Hem Türkiye, hem de Dünya değişimin zorunluluğunu kavrayacak olanaklara bugün sahiptir.
Öte yandan bu olanakları değerlendirmek için iki noktayı daha irdelemek gerekir. Birincisi; yukarıda çizdiğimiz dönemin “eskinin ölüp, yeninin doğmakta zorlandığı” karakteri görülecek olursa, düzen içi aktörlerde geçişkenlik artacaktır. Dostlar düşman, düşmanlar dost olarak görülecek. Böyle dönemlerde geniş kesimler için “güven” duygusu ortadan kalkma eğilimi gösterir. Siyaset, sınıf mücadelesinin güçlü bir etken olarak çıkmadığı bir anda, rahatsız edici bir kayıtsızlığa dönüşür. Dolayısıyla bu kayıtsızlık, geniş kesimler için var olanın kabullenilmesi anlamına gelen bir atalet yaratır. İkinci nokta ise “toplumsal sözleşme” adı verilen, sermaye düzeninin yüzyıllar boyunca biriktirdiği kurallar bütünü, bir zemini ifade etmekten uzaklaşır. Sermayenin açık ve dolaysız iktidarı, emekçilerin örgütsüz olduğu bu anda, bu sınıf için “çözülüşü”, ortak bir tepki yaratmanın zeminini fazlasıyla tahrip eder. Böyle bir bütünlüğün kaybedilmesi, geçici ve anlık siyasal gelişmelerin yarattığı anaforu besleyerek emekçilerin örgütlü mücadeleyi yaratma olanaklarını azaltır.
Sözünü ettiğimiz iki nokta, mevcut anlayışı değiştirecek köklü bir çıkışın da odaklanması gereken yeri oluşturuyor. Düzen siyasetinde geçişkenliklerin arttığı bir noktada, emekçilere güven verecek şey; ayrı bir siyasetin kafasını çıkarması ve ülke siyasetinde etkili hale gelmesinden geçiyor. Bir başka deyişle, önümüzdeki dönemin ayrıntılarına, seçimler de dahil olmak üzere, düzen siyasetindeki gelişmeleri merkeze koyarak değil, emekçilerin çıkarını esas alarak siyaset yapmak gerekmektedir. Böylece siyasetin denklem çözmeyi andıran hassas dokunuşlardan arındırılarak etkili bir konum elde edilebilir. İkincisi ise; bir “toplumsal sözleşmenin” eksikliğinde toplumu tüm kesimleriyle yan yana getirmek, ” uzlaşmaz kesimler arasında ortak çatı yaratmaya çalışmak” boşa kürek çekmek anlamına gelmektedir. Bize gereken emekçilerin sözleşmesini yaratmaktır. [1]
Her iki noktayı hakkıyla yapanlar, “ezberlerin” etkisini de azaltacaktır. Batı cephesinde “yeni şeyler” bizim eserimiz olacak.
[1] Bu yazıyı yazdıktan sonra alınan İmamoğlu kararı, sözü edilen eksikliği ortaya koyuyor. 20 yıldır pek çok kez tekrarını gördüğümüz, yargının siyasal süreçleri etkilemek için kullanılması kendini bir kez daha gösterdi. Bu kısım şimdilik gelişmelere açık. Ancak eksikliğini hissettiğimiz şey daha net görülemezdi. Eksikliğini hissettiğimiz “emekçi sözleşmesi” için yapılacaklar da bizim tarafa düşen notlardan oluşuyor. Onu da önümüzdeki haftalarda açarız.