Bir Demirtaş mottosu üzerine notlar: Seni başkan yaptırmayacağız
01-09-2022 12:12Selahattin Demirtaş’ın 2015 yılında Erdoğan’a ithafen “Seni başkan yaptırmayacağız" sözü bir dönemin kapandığını göstermesi bakımından tarihsel öneme sahiptir. Fakat Kürt siyaseti ile AKP’nin geçmişten gelen ilişkilerini incelediğimizde, bugün Cumhurbaşkanı olan Erdoğan’ın Kürt siyasetinin çok kritik anlarda desteğini aldığını da belirtmeliyiz.
Gökmen Kılıç
Abdullah Öcalan’ın 1999 yılında Türkiye’ye getirilmesinden itibaren herkes Kürt siyasetinin nereye evrileceğini merak ediyordu. Öcalan’ın idamla yargılandığı davaların ardından Kürt siyasetinin silahlı kanadının tasfiye edileceği, sivil kanadının ise dönüşeceği öngörülüyordu. Öcalan’ın kısa bir süre sonra ortaya koyduğu “Demokratik Cumhuriyet” kavramı sivil Kürt siyaseti açısından yeni bir düzleme işaret etmekteydi.
Demokratik Cumhuriyet açılımıyla birlikte Kürt siyasi hareketi Türkiye’nin demokratikleşmesine katkı koyarak, Kürt sorununda çözümün demokratik yollarla arayacağını ilan etmiş oluyordu. Ortak vatan ve bir arada yaşama arzusu Kürt siyaseti tarafından daha güçlü biçimde vurgulanmaya başlandı.
2002 yılıyla birlikte tek başına iktidara gelen AKP tam da bu zeminde doğmuş ve Kürt siyasetinin çözüm beklentilerini gündemine alacağının ilk sinyallerini vermişti. Ancak AKP iktidarı geçmişin tüm kötülüklerini cumhuriyetin iç paradigmalarında arayarak büyük bir hesaplaşmaya hazırlanıyordu. Cumhuriyetin tarihsel kazanımları, sermaye sınıfının geçmişte uyguladığı çarpık politikalar gerekçe gösterilerek karalanıyor ve yeni bir Türkiye propaganda ediliyordu.
“Yeni Türkiye” bu haliyle AKP ve Kürt siyaseti açısından ortaya çıkacak yeni “imkanlar” demekti. Türkiye ve bölgesinde yaşanan gelişmeler AKP’yi ve Kürt siyasetini sürecin önemli aktörleri haline getiriyordu. ABD’nin Irak işgaliyle bölgede oluşan “fırsatların” kritik öneme sahip olduğu açıktı. Hem Türkiye’nin iç dinamikleri hem de bölgede oluşan yeni durum AKP ve Kürt siyasetinin emperyalizmle ilişkisini yeniden kurmasına neden oldu. AKP iktidarı, Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında kendisine rol kapmaya çalışırken, Kürt sorununu kaşımanın 1923 cumhuriyetiyle hesaplaşmasını kolaylaştıracağının farkındaydı. Yeni Türkiye söylemiyle demokratikleşme üzerinden bir “kazan-kazan” durumu açığa çıkmış, bu sayede AKP ve Kürt siyasi hareketi cumhuriyetin “heterodoks” güçleri olarak birlikte hamle yapma imkanına sahip olmuşlardı.
Düzen içindeki diğer siyasi unsurlar da bu süreci görerek Yeni Türkiye söylemine desteklerini kısa sürede ilan ettiler. Türkiye’nin karanlık dönemleriyle anılan Mehmet Ağar gibi figürler bile Kürt siyasetinin Türkiye’nin demokratikleşmesine katkı koyması gerektiğini açıkça belirtiyordu. O yılarda DYP lideri olan Mehmet Ağar’ın “Dağda silah yerine ovada siyaset yapılsın” diyerek, AKP’nin hazırlığını yaptığı “Kürt açılımına” destek sinyali verdiğini birçoğumuz hatırlayacaktır.
Tüm bu tabloda AKP’nin attığı tüm önemli adımlar Kürt siyaseti tarafından kimi itirazlarla karşılansa da temel olarak destek görerek devam etti. AKP’nin kurmak istediği “İkinci Cumhuriyet” ile Kürt siyasetinin “Demokratik Cumhuriyet” açılımı asgari müşterekte buluşmuş oldular.
İlk dönemde öne çıkan şu iki başlığın AKP ve Kürt siyaseti açısından stratejik ortaklık değeri taşıdığını belirtmeliyiz:
• 2003 yılında ABD emperyalizminin Irak işgaline ortak olan Barzani ve Talabani güçleri, PKK ve Türkiye’deki Kürt siyaseti tarafından önemli ölçüde destek gördüler. Diğer yandan, fırsatı gören AKP iktidarı Irak için meclisten teskere geçirmek istemiş ancak henüz iktidarının ilk yılında olması ve kamuoyunda oluşan tepki sebebiyle teskereyi meclisten geçirememiştir.
• Bir diğer ortaklaşma Avrupa Birliği sürecince yaşanmıştır. AKP’nin AB tam üyelik müzakerelerine başlaması Kürt sorunu bağlamında yeni çözümleri de gündeme getirdi. Kürt siyasi hareketi AB Yerel Yönetimler Özerklik Şartı ile “Demokratik Konfederalizm” kavramını örtüştürerek bu sürece destek olmuştur. Ayrıca, AB’nin genişlemeden sorumlu üyesi Günter Verheugen, Kürt hareketi tarafından 2004 yılında Diyarbakır’da yapılan Newroz’a davet edilmiş, dönemin Diyarbakır Valisi Nusret Miroğlu, Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir ve Leyla Zana ile görüşmüştür.
İlk evre olarak tanımlayabileceğimiz 2002-2007 yıllarında AKP ile Kürt siyasetini buluşturan bölgedeki ve iç siyasetteki yeni dengeler olmuştur. AKP’nin kurmak istediği İkinci Cumhuriyet’in temel taşları daha o günlerden atılmış ve Kürt siyasi hareketi bu sürecin en önemli siyasi aktörü haline gelmiştir.
CUMHURİYETİN TASFİYESİ VE KÜRT SİYASİ HAREKETİ
Kürt siyaseti, o yıllarda DEHAP’tan DTP’ye uzanan süreç içinde “demokratikleşme-sivilleşme” siyasetinin en ateşli savunucusu pozisyonundaydı. 2005 yılında başlatılan Avrupa Birliği (AB) tam üyelik müzakereleriyle birlikte Türkiye’de sermaye sınıfının tavrı da netleşmiş oldu. Türkiye sermaye sınıfı 12 Eylül’den bu yana emperyalizmle kurulan siyasi ve iktisadi ilişkinin daha kalıcı ve sistemli bir biçimde ilerleyebilmesi için AKP iktidarına önemli ölçüde desteğini sunmuştu. Bu kapsamda, cumhuriyetin kuruluş paradigmaları bir kenara itilerek, siyasal İslamcı AKP iktidarının önü açılacaktı. Toplumsal desteği henüz zayıf olan AKP’ye destek ise liberaller ve Kürt siyaseti tarafından sağlanmaktaydı.
Diğer yandan, ABD’nin bölgeye müdahalesi artarken AKP’nin temsil ettiği Yeni-Osmanlıcı çizgiyle Kürt siyasetinin önemi giderek artıyordu. 2007-2011 yılları arasında Fethullahçı kadrolar ve liberallerin de içinde bulunduğu AKP iktidarı iç ve dış siyasette önemli adımlar atmaktaydı.
Bu yıllar içinde öne çıkan önemli başlıkları şöyle sıralamak mümkün:
• 2007-2011 yıları arasında özelleştirmeler eliyle kamu kurum ve kuruluşları önemli ölçüde satıldı. Cumhuriyet kurumlarıyla tasfiye edilmeye başlandı.
• 2009 yılında MİT ve PKK arasında “Oslo Görüşmeleri” yapıldı. Dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve İçişleri Bakanı Beşir Atalay “Kürt Açılımı” kapsamında görüşmelerin olumlu geçtiğini kamuoyuna açıkladı.
• 5 Ağustos 2009 tarihinde dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Kürt açılımı ile ilgili DTP lideri Ahmet Türk’le bir araya geldi.
• 19 Ekim 2009 tarihinde Abdullah Öcalan’ın çağrısıyla 34 PKK üyesi Habur Sınır Kapısı’ndan giriş yaptı. Gelenleri karşılamak üzere Şırnak’ın Silopi İlçesi’nde yaklaşık 50 bin kişi toplandı. Başbakan Erdoğan, “Milli birlik ve kardeşlik projemiz bir hedeftir. Demokratik açılım süreciyle bu hedefe ulaşacağız.” dedi.
• 2010 yılında Anayasa maddelerinde değişikliği öngören referandum yapıldı. Kürt siyasetini temsil eden BDP “Boykot” kararı alırken, AKP’nin “evet” cephesi %58 ile referandumu kazandı. Liberaller bu referandumda “Yetmez Ama Evet” sloganıyla “evet” oyu kullandılar.
• Referandumun ardından Balyoz ve Ergenekon Davaları ile TSK içinde toplu tasfiye hareketi başlatıldı.
• 2010 yılıyla başlayan “Arap Baharı” bölge ülkelerinde önemli değişimlere yol açtı. 2011 yılında emperyalizm cihatçı örgütler eliyle Suriye’ye dönük müdahalede bulundu ve Suriye’de dış destekli iç savaş başlatıldı.
Görüleceği üzere bu yıllarda AKP ve Kürt siyasetini kesen birçok gelişme ardı ardına yaşandı. Özellikle 2010 yılında yapılan referandum 1923 Cumhuriyeti’nin tasfiyesinin resmen başlatıldığı tarih olarak kayda geçmiştir. Liberaller “Yetmez ama Evet” diyerek AKP’ye açıktan destek olurken, Kürt siyasetini temsil eden BDP “boykot” kararı alarak sürecin AKP açısından sürdürülebilir olmasını sağlamıştır. Dolayısıyla, “Yetmez Ama Evet” diyenlerle “Yetmez Ama Boykot” diyenler AKP’nin cumhuriyete son çiviyi çakmasına doğrudan ya da dolaylı olarak katkı koymuşlardır.
HDP, LİBERALİZASYON VE DEMİRTAŞ
2010 yılı Türkiye’de karşıdevrimin kurumsal olarak varlığını gösterdiği milat olmuştur. Türkiye’de düzen siyaseti yeni döneme göre yeniden kendisini konumlandırırken, Kürt siyaseti de mevcut yapısını yeni dengelere göre yeniden düzenlemekte gecikmedi. 2012 yılında kurulan HDP “Türkiyelileşme” kavramıyla birlikte eski örneklerden farklı bir olarak geleneksel Kürt siyasetinin genişletilmiş bir biçimi olarak ortaya çıktı.
HDP ilk olarak, lideri Demirtaş’ın 2014 yılında aday olduğu cumhurbaşkanlığı seçiminde kendisini göstererek %9,76 oy aldı. Sonraki yıl, yüzde 10’luk seçim barajına rağmen seçimlere doğrudan parti olarak girme kararı aldı ve %13,12 oyla 80 milletvekili çıkardı. Seçilen milletvekilleri içinde Altan Tan, Celal Doğan, Levent Tüzel, Ertuğrul Kürkçü, Dengir Mir Mehmet Fırat, Figen Yüksekdağ gibi Kürt siyasi hareketiyle organik bağı bulunmayan, hatta sağ gelenekten gelen birçok isim yer alıyordu.
Ancak HDP’nin Türkiyelileşme hamlesi, Kürt siyasetinin ayrı bir siyasal-ideolojik konumlanışla hareket ettiği anlamına gelmiyordu. Tersinden, HDP’ye eklemlenen siyasi grup ve dinamiklerin HDP’lileşmesi söz konusuydu. HDP siyasetine entegre olanlar içinde kötürüm bırakılmış ve kendi siyasal çizgisini çoktan terk etmiş olan birçok sol örgüt de bulunmaktaydı. HDP’nin “çatı siyaseti” birçok siyasal grubun Kürt siyasetinin çizdiği sınırlar içinde kendilerini var etmelerine olanak sağlarken, bağımsız sınıf siyasetinin yerinde yeller estirmekteydi.
Kürt siyasal hareketinin belirleyici güç olduğu HDP’nin sol ve devrimci hedefler bakımından hiçbir potansiyel taşımadığını özellikle belirtmemiz gerekiyor. Sınıf mücadelesinin adının geçmediği, saflaşmanın muğlak bir demokratikleşmeye indirgendiği bir zeminin sol ile bir ilişkisi bulunmamaktadır. HDP’nin demokrasi vurgusu eğer yurttaşlık kavramından ayrı anılamayacaksa, laikliğin savunulmadığı bir ülkede gerçek anlamda yurttaş olmaktan nasıl bahsedebiliriz? Laiklik her şeyden önce insanın ve tüm insanlığın geleceğinin doğaüstü güçlerde değil, kendi ellerinde olduğu gerçeğini kabul etmek değil midir? Laiklik olmadan, yurttaşlık; yurttaşlık olmadan ise gerçek bir demokrasiden bahsedilebilir mi?
Peki, serbest siyasayı savunarak nasıl eşitlikten bahsedeceğiz? Burada kastettiğimiz yalnızca sınıfsal eşitlik de değil; eşit ve adil bir düzen olmadan ulusal ya da cinsiyet eşitsizlikleri nasıl ortadan kalkacak?
Ya barış..? Halklar arasında körüklenen savaşlar emperyalizme karşı durulmadan, ABD’ye NATO’ya karşı olmadan sonlandırabilir mi?
HDP’nin şimdiye kadar ortaya koyduğu pratik nereden bakılsa bakılsın sol açısında elimizde kalmaktadır. Sınıf siyasetinin yerine alt kimliklere bölünen parçalı siyaset konmuştur. Emekçi kadın mücadelesi yalnızca kadınların cinsel kimliği üzerinden ele alınmaktadır. Laiklik, farklı inanç gruplarının inançlarını yaşama ve ibadet etme hürriyetine indirgenmiştir. Tüm bunlara baktığımızda HDP solun değil, liberalizmin Türkiye’deki kalesi durumundadır.
İyimserliğimizi koruyarak bir açık kapı bırakıp mücadele içinde ortaklaştığımız noktalar var dersek o da pek olası görünmüyor. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en büyük halk hareketi olan Gezi Direnişi bu umudumuzu da boşa düşüren örneklerle dolu. AKP ile Kürt siyaseti arasında Çözüm Süreci’nin yaşandığı günlerde dönemin BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın “Bu şekilde hükümeti devirecek, darbeye doğru götürecek bir halk hareketini çıkarabilir miyiz? Ya da bu halk hareketini darbeye kanalize edebilir miyiz?… Bu yüzden de bir mesafe koyduk. Buradan bir darbe çıkarmak isteyenlerle birlikte olmayız biz.” demesi tarihsel bir açıklamadır ve sol adına unutulmaması gerekir.
“SENİ BAŞKAN YAPTIRMAYACAĞIZ”DAN GÜNÜMÜZE
AKP günümüzde kuruluşuna imza attığı Başkanlık Sistemi ile yeni bir düzeni temsil etmektedir. Kürt siyasi hareketi Çözüm Süreci’nin ortadan kalkması ile birlikte AKP ve MHP’nin hedefi duruma gelmiştir. HDP’nin onlarca belediyesine kayyum atanmış, Selahattin Demirtaş başta olmak üzere birçok siyasetçi uyduruk nedenlerle cezaevine gönderilmiştir. Yazıda belirttiğimiz birçok eleştiri Kürt siyaseti ve HDP’ye yapılan hukuksuzluğu meşru kılmamaktadır. HDP’ye ve siyasi tutsaklara yapılan saldırıların tamamını gayrimeşru gördüğümüzü burada belirtmemiz gerekiyor.
Selahattin Demirtaş’ın 2015 yılında Erdoğan’a ithafen “Seni başkan yaptırmayacağız” sözü bir dönemin kapandığını göstermesi bakımından tarihsel öneme sahiptir. Fakat Kürt siyaseti ile AKP’nin geçmişten gelen ilişkilerini incelediğimizde, bugün Cumhurbaşkanı olan Erdoğan’ın Kürt siyasetinin çok kritik anlarda desteğini aldığını da belirtmeliyiz. 1923 Cumhuriyeti’nin yerine gelen rejimin biraz da Kürt siyasetinin desteğiyle bu günlere ulaştığını kabul etmeliyiz.
Demirtaş’ın son günlerde cezaevinden aydın ve sanatçılara ilettiği mektubun içeriğine baktığımızda, AKP’nin karşısına yeni bir güç birliği ile çıkılması gerektiğini vurguladığını görüyoruz. “Demokrasi Sözleşmesi” ya da “Aydınlar Heyeti” gibi birçok isim adıyla bir kamuoyu oluşturulmak isteniyor. Tüm bu çabaların AKP rejimini durdurmaya dönük olduğu kesin; ancak bunların hepsinden önemlisi siyasetin hangi temel ilkeler üzerinde yapılacağı konusudur. Laikliği inanç özgürlüğüne indirgeyen, emperyalizme karşı net bir duruş sergilemeyen ve sermaye düzenine toz kondurmayan bir siyasi anlayışın “seni başkan yaptırmayacağız” sözünün altının doldurulması mümkün görünmüyor.