Dijital dünyada mahremiyet
Postmodern tüketici, toplumsal statüsünü vurgulamak için yediğini, içtiğini, gezdiğini dijital dünyada göstermeyi seviyor. Anı yaşamaktan çok görüntüleyip paylaşmak kimi zaman daha önemli hale geliyor.
Antropolog Edward T. Hall, kişiler arası iletişimde ilişkinin düzeyine göre değişen dört farklı fiziksel mesafe oluştuğunu ileri sürüyor. Bunlar sırasıyla mahrem, kişisel, sosyal ve genel mesafe olarak adlandırılıyor. Örneğin tensel ve duygusal ilişki yaşayan eşler, yakın aile bireyleri ya da çok samimi arkadaşlar arasındaki 45 santimetreye kadar olan fiziksel alan mahrem mesafe olarak tanımlanıyor[1].
Dijital dünyada mesafe kavramı gerçek dünyadaki gibi fiziksel açıdan değişkenlik göstermiyor. Birey, farklı ilişki düzeylerine sahip olduğu diğer tüm bireylerle mahrem mesafesindeki ekran aracılığıyla iletişime geçiyor. Yani sosyal medyada kurulan ilişkiler açısından mahremiyet kavramı fiziksel değil normatif bir mesafeyi tanımlıyor.
Instagram, Facebook, Youtube ve Twitter gibi popüler platformlar, kullanıcıları takipçi sayılarını çoğaltmaya özendiriyor. Sayı arttıkça topluluklar homojenliğini yitiriyor. Başlangıçta akraba, arkadaş, okul ya da iş çevresinden kişilerle sınırlı olan takipçi topluluğu giderek uzak arkadaş, uzak akraba, tanıyor olabileceklerimiz ve hiç tanımadıklarımıza değin genişliyor. Algoritmalar en sık etkileşimde bulunduğumuz kişileri daha çok karşımıza çıkarsa da sonuçta heterojen bir topluluk profiline sahip oluyoruz. Genellikle takip ayarları da gözetilmediği için farklı ilişki düzeyinden birçok kişi aynı paylaşımı görmüş oluyor.
İşin tuhaf yanı ortak yaşam sürdüren çiftler bile doğum günlerinde ya da evlenme yıl dönümlerinde birbirini sosyal medyadan kutlayabiliyor… Dışarıdan bakan birine “bana ne!” dedirten bunun gibi birçok paylaşım var. Kuşkusuz kendini ifade etmek, beğenilmek ve onay almak insani bir ihtiyaç. Ne ki insanın bu ihtiyacı mahremiyetini ve özel yaşamını sergileyerek karşılaması sorunlu görünüyor. Başkasını doğrudan ilgilendirmeyen bir çok paylaşımın gerçekte başkasına gösterme motivasyonuyla yapılması da ilginç bir çelişki. Dahası bilmediğimiz birilerine örtülü mesajlar gönderen imalı paylaşımlara bile ara sıra tanık oluyoruz.
Homojen bir topluluğa hitap etme yanılsaması, zaman zaman empatik duyarsızlıklara da neden oluyor. Örneğin eşini kaybetmiş birisi sayfasında sık sık mutlu çiftlerin fotoğraflarıyla karşılaşırsa ne hisseder? Sağlık nedenleriyle anne olamayan bir kadın, kendi sayfasında bebek fotoğrafları görmekten mutlu olur mu? Erkek çocuk sahibi bir baba, kız çocukları gününde sayfasında paylaşılan babalı-kızlı fotoğrafları nasıl algılar? Bunun gibi soruların yanıtları içselleşmiş bilinç dışı süreçlerde gizlidir.
Seyircilikten teşhirciliğe
Jacques Ellul, modern toplumda sözün yerini alan görsellik olgusuna vurgu yaparken görsel kültürün bireye biçtiği seyirci rolüne dikkat çekiyor. Özellikle etkileşimin sınırlı olduğu kitle iletişim araçlarından yayılan fotoğraf, film, reklam ve benzeri görsel ürünlerin bireyin hayatını kuşatmasını eleştiriyor[2].
20. yüzyılda televizyon başta olmak üzere diğer geleneksel iletişim araçları, bireyi edilgin bir seyirci konumuna indirgedi. Bu yüzden geniş kitlelere standart yaşam biçimleri ve tüketim kalıpları kolaylıkla dayatılabildi. Günümüzde ise dijital iletişim araçları, seyirci bireyi etkin hale getirip teşhirciliğe terfi ettirdi. Guy Debord, gösteri toplumundaki egemen anlayışı, “görünen şey iyidir, iyi olan şey görünür” diye özetliyor. Gösteri kavramını ise insanların imgeler aracılığıyla kurduğu bir toplumsal ilişki olarak tanımlıyor [3].
Postmodern tüketici, toplumsal statüsünü vurgulamak için yediğini, içtiğini, gezdiğini dijital dünyada göstermeyi seviyor. Anı yaşamaktan çok görüntüleyip paylaşmak kimi zaman daha önemli hale geliyor. Gerçekte birey, özendiği kişiler ve imrendiği yaşam tarzları tarafından kışkırtılmasa başkasına gösteriş yapma ihtiyacı duymaz. Ne ki kapitalist sistemin rekabetçi iklimi insan ilişkilerinin doğasını da belirliyor.
Foto fetiş
Film yıldızları, sporcular, fotomodeller ve sosyal medya fenomenleri gösteri toplumunda rol model olarak işlev görüyor. Mahremiyet gözetmeksizin bedenini sergileyen sıradan kullanıcılar da bunların etkisinde kalıyor. Öğrenilmiş poz verme tekniklerinin yanı sıra filtre ve efektlerle yakalanan mükemmel standart, fotoğrafı bir fetiş nesnesine dönüştürüyor. Jean Baudrillard’dan esin alarak söylersek “taklitlerden oluşan insan manzaraları dijital dünyanın en yalın gerçeğini oluşturuyor”. Her meslekten herkesin kendini star gibi hissedebileceği böylesi bir iletişim ortamı, bize Andy Warhol’un bilinen öngörüsünü anımsatıyor : “Bir gün herkes 15 dakikalığına ünlü olacak”.
Özel ve genel iç içe geçtikçe kişiler arası iletişimde mesafeler anlamını yitiriyor. Aslında dijital dünya, insanın gerçek dünyadaki özünü görünür kılıyor. Demek ki deneyimli bir sosyal medya kullanıcısının yeniden adap öğrenmesi gerekmiyor!
[1] https://tretse.com/edward-t-hall-and-the-study-of-personal-space/
[2] Jacques Ellul , Sözün Düşüşü, çev. Hüsamettin Arslan, 5. Baskı, Paradigma Yayıncılık, İstanbul, 2021.
[3] Guy Debord, Gösteri Toplumu, çev. Okşan Taşkent, Ayşen Ekmekçi, 6. Basım,
Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1996.