Eşekten düşmüşe dönmek
Herkesin kullanmak zorunda olduğu elektrik, doğal gaz gibi temel gereksinimler için ödenen fahiş ücretler, Saray-Özel sektör işbirliğiyle kesilen resmi haraca döndü.
19.yüzyılın ikinci yarısında yabancı sermayenin Anadolu’ya yaptığı ilk altyapı yatırımı, demiryolu ağının genişletilmesiydi. Burada güdülen amaç, sanayi kapitalizmi sürecinde ticari ürünleri uluslararası pazarlara ulaştırabilmekti. Dolayısıyla Osmanlı Devleti Anadolu’yu Batı’ya pazar olarak açmak için 1838 ve 1846 yıllarında dış ticaret sözleşmeleri imzaladı¹.
1980’li yıllardan itibaren kapitalist dünyada uygulanan neoliberal politikalar, bu kez de Türkiye Cumhuriyeti’ni Batılı küresel şirketlerin pazarı haline getirdi. Özellikle Dünya Bankası’ndan sağlanan kredilerle geliştirilen telekomünikasyon altyapısı, bizim gibi çevre ülkeleri emperyal merkezlere bağladı. ABD öncülüğünde biçimlenen küresel pazar, internet ve ağ teknolojilerinin sağladığı olanaklarla sermayenin yanı sıra malların ve hizmetlerin serbest dolaşımını da mümkün kıldı. Üretimi dışlayan ekonomik model yüzünden Türkiye, iğneden ipliğe ithal ürünlerin istilasına uğradı. İletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla küresel markalar, geniş kitlelerde yeni tüketim kalıpları ve türdeş alışkanlıklar geliştirdi. Özellikle hizmet sektörünün büyümesi sonucu oluşan yeni işçi sınıfı, maddi refahtan görece pay aldıkça üst sınıfların tüketim tarzına öykünmeye başladı. Pazarlama iletişimi mesajlarıyla yüceltilen tüketim olgusu, bireylerde kıskanma ve imrenme duygularını tetikledi. Enformasyon toplumunun insanı, ürünleri işlevsel değerinin dışında marka imajıyla algılamaya başladı. Oysa sanayi toplumu insanı, ürünün işlevsel değerini öncelediği için yaptığı harcama akılcı kararlara dayanıyordu. Bireylerin, tüketici kimliğiyle kapitalist sisteme uyumunu kolaylaştıran enformasyon toplumu, alt ve orta sınıfın üyelerini bütünsel bir sınıf bilinci geliştirmekten uzaklaştırdı².
Çakma refah algısı
Ülkemizi yöneten popülist liderler, yabancı teknolojiyi ve buna bağlı ürünleri ısrarla siyasi propaganda malzemesi olarak kullanıyor. Emperyal ülkelerden ithal edilen teknolojiyle halkta ‘Türkiye çağ atladı’ algısı yaratılmaya çalışılıyor. Göz boyamak için yapılan pahalı ve gösterişli üst yapı yatırımları yoksula züğürt tesellisi olarak pazarlanıyor. Erdoğan, “Sizin hayatınızda sadece mum vardı, gaz lambası vardı” sözüyle siyasi rakiplerini küçümserken nükleer santral projeleriyle övünüyor. Halktan toplanan vergilerle “dış güçler” ülkemizde nükleer santral inşa ederken bunu ‘yerli ve milli’ propagandasına alet etmek doğrusu popülist siyaset tarzına pek yakışıyor! Üstelik böyle bir açıklama Cumhuriyet tarihinde ilk kez sanayide enerji kesintilerinin yaşandığı bir dönemde yapılıyor.
İktidar sevicilerin ağzına sakız ettiği “göster telefonunu” tepkisi de aynı propagandist anlayışı yansıtıyor. Anonim bir sokak jargonuna dönüşen bu söylemle geçim sıkıntısından yakınanları sözüm ona yalancı çıkarmak için cep telefonu sorgulaması yapılıyor. Kapitalist sistemin geniş kitlelere temel bir gereksinim olarak dayattığı cep telefonu, Erdoğancılar’a göre hâlâ hedonistik bir refah simgesi sayılıyor. Oysa bu çağda formal ve informal iletişimi kesintisiz olarak sürdürmenin başka bir yolu yok. İktidar kamuoyunda çakma refah algısı oluşturmaya çalışsa da artık mızrak çuvala sığmıyor; yoksulluğun üzeri örtülemiyor.
Tüketim ekonomisinin iflası
Türkiye’de popülist iktidarlar, ekonomik büyümeyi bugüne kadar kitlesel tüketimi kışkırtarak sağlayabildi. Küresel markaların pazarı olmak halka gelişmişlik diye yutturuldu. İnsana kazanmadığı parayı harcatan ekonomik model, banka kartıyla ya da tüketici kredisiyle borçlanma fikrini normalleştirdi. Devleti, aile şirketi gibi yönetmeye çalışanlar, sonunda yurttaşı da yolunacak kaz yerine koydu. Herkesin kullanmak zorunda olduğu elektrik, doğal gaz gibi temel gereksinimler için ödenen fahiş ücretler, Saray-Özel sektör işbirliğiyle kesilen resmi haraca döndü. Sonuçta dışa bağımlı tüketim ekonomisinin Türkiye açısından sürdürülemez olduğu apaçık ortaya çıktı.
Çalışan nüfusun yarısından fazlasının asgari ücret ve civarı bir gelire sahip olması tüketimi sınırlayan en önemli etmenlerden biri. Üstelik söz konusu devasa kitle, sık sık yapılan fahiş zamlarla temel gıda ürünlerine bile erişemiyor. Tüketim ekonomisi sürecinde edinilen alışkanlıkların terk edilmesini zorunlu kılan fiili bir durum var. Küresel sermayenin Türkiye pazarındaki tüketici kitlesi giderek küçülüyor. Kitlede alım gücünün düşmesi, nitelikli ürün ve hizmet arzını azaltıp fiyatların daha da artmasına neden oluyor. Temel gereksinim olarak benimsediğimiz ürünler bile lüks kategorisinde değerlendirilmeye aday görünüyor. Dar bir kesim dışında marka imajından artık kimse söz edemiyor. Ülkede hem siyasetin, hem de ticaretin algı imparatorluğu yerle bir oldu. Hayal kırıklığına uğrayan geniş kitlelerin biricik beklentisi ise ucuz ürün bulabilmek. Tüketim ekonomisiyle barışık yaşayan apolitik kesimler, kapitalist sisteme küsmeye başladı. Yoksulluk sarmalına düşenler, giderek sınıf bilinci geliştirmeye yakınlaşıyor.
Tüm bu olumsuz tabloya karşın Saray, eski tüketim alışkanlıklarını günlük finansal cambazlıklarla sürdürüyor. Tek adam rejimi, 21. yüzyılda borç batağına sapladığı ülkenin enkazında hâlâ ganimet arıyor. Pandeminin de etkisiyle milyonlarca insan attan inip eşeğe binmek zorunda kaldı. Eğer Saray’ın bol köpüklü zamlarının sonu gelmezse istisnasız herkes eşekten düşmüşe dönecek. Erdoğan, dövizde yaptığı gibi enerjideki fahiş zamları da bile isteye seyredip halkın sabrını mı sınıyor yoksa? Belki de bunları kısmen geri alıp seçim kampanyasında “köpüğü aldık, mağdur etmedik” mesajı verecek! Bu durumda Nasrettin Hoca’nın ak torunları, kaybettiği eşeğin nalını bulduğuna sevinip yine oy verir mi Reis’e? İşte orasını ben bilmem okur bilir…
NOTLAR
1) Ali Gevgilili, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi ve Sosyal Sınıflar, İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 1989, s. 33.
2)James O’Connor, Birikim Bunalımı, çeviren: Ali Çakıroğlu, İstanbul: Belge Yayınları, 1995, s.27.