Kimlik siyaseti mi, sınıf mücadelesi mi? Sosyalist kadın hareketi ve olanaklar

Kimlik siyaseti mi, sınıf mücadelesi mi? Sosyalist kadın hareketi ve olanaklar

08-03-2022 01:33

Kimlik siyasetinin bir diğer çıkmazı farklılıkları tanımlarken, farklı olanı ötekileştirme zeminini de kurmasıdır. Kapitalist sistem içerisinde kimlikler vesilesiyle emekçi sınıflar içerisinde ‘ötekileştirme’ sistematik hale getirilir. Sermaye sınıfının çıkarları açısından ise bütüncül politikalar ve emeğe karşı topyekûn saldırılar belirleyicidir. Sermaye sınıfının emek sömürüsü istikrarlı bir güç gösterisine dönüşür.

SEMA AYDIN

Kapitalizmin krizi bugün emekçi sınıfları yeni arayışlara itiyor. Pandemi süreci ve akabinde Türkiye’nin yaşadığı ekonomik kriz, artan yoksulluk, işsizlik, hayat pahalılığı ve emekçi sınıfların alım gücünün her geçen gün azalmasına karşı işçi sınıfının değişik bölmelerinde direnişler ortaya çıkıyor. Bu direnişlerin önemli bir bileşeni olarak emekçi kadınlar ön saflarda yerini alıyor. Sınıf mücadelesi yeniden belirleyici hale gelirken, kimlik siyaseti bir çıkmaza sürükleniyor. Özellikle kadın mücadelesinde kimlik siyasetine yaslanan tezler bugün kitlelerin taleplerine yanıt vermekten uzaktır.

‘’Yirmi birinci yüzyıl kadınların yüzyılı olacak.’’ Son dönem yükselen kadın dinamizminin- kadın mücadelesinin bir ifadesi olarak kullanılıyor bu önerme. Toplumsal muhalefetin yükseldiği değişik mücadele alanlarında, kadınların ön planda olduğu bir tabloda bu tanımlama elbette bir fotoğrafı sunuyor. Ancak kendi içinde eksiklikler barındırdığını da eklemek gerekiyor.

Kadın sorununun tanımlanması ve kadın mücadelesinin yönü tarihsel süreç içerisinde farklı kanallarda şekillenirken, güncel politik ayrımları da beraberinde getirdi. Ancak kabul etmek gerekir ki dünyada reel sosyalizmin olmadığı ve sınıf hareketinin geri çekildiği son otuz yıllık süreçte Avrupa merkezli ve liberal tezler etrafında şekillenen yeni sol akımlar kadın mücadelesinde de hegemonik hale geldi. Sınıfın sesi kısıldıkça kadınların toplumsal kurtuluşuna dair tartışmalar da yerini kimlik siyasetine ya da toplumsal cinsiyet tartışmalarına indirgeyen tezlere bıraktı.

Bugünün dünyasında ve özelde ülkemizde öne çıkan kimlik siyasetinin yönü var mı ya da ‘’feminist hareketin’’ (farklı feminizm yorumları olduğunu ancak bugün esas sürükleyici akımın liberal feminizm olduğunu tespit etmek gerekiyor) bir toplumsal kurtuluş projesi var mı? Bu soruya feminist hareket içerisinden değişik yanıtların olduğunu biliyoruz. Ancak feminist siyasal akımın özünde köklü bir toplumsal dönüşüm ya da toplumsal kurtuluş arayışından ziyade verili sistemin sınırlarının belirleyici olduğunu söylemek abartılı olmayacaktır. Bu önermeye itirazlar gelecektir. Burada mevcut sistemden kastedilen emperyalist kapitalist sistemin kendisidir. Feminist akımın sistem tanımlaması postyapısalcı tezlere yaslanmakta, kadınlar ise cinsel kimlik zemininde ayrı bir sınıf olarak tanımlanmaktadır. Kapitalist sistem kimlik politikalarını kendi varlığına tehdit olarak görmez, tersine sınıf çelişkilerinin üzerini örttüğü oranda kimlik siyaseti kapitalizm içinde çok rahat kendine yer bulabilir.
Bunun en çarpıcı örneği 2000’li yıllara damgasını vuran, emek piyasasında esnekleşme, ve güvencesiz çalışma şeklinin ‘’feminist’’ politikalara dayandırılması olmuştur. Doğrudan Dünya Bankası tarafından geliştirilen esnek çalışma biçimleri, “fırsat eşitliği”, “kadının insan hakları”, “kadınların güçlendirilmesi”, “aile ve iş yaşamının uyumlulaştırılması”, “kadın istihdamının arttırılması” gibi açılımlarla desteklenirken, esnek çalışma biçimleri bugün emekçi sınıfların kazanılmış pek çok hakkının budanmasıyla sonuçlandı.

Sonuç olarak kadın istihdamı bütün dünyada arttı ve işçi sınıfının kazanılmış haklarına büyük darbe vuruldu.
Kimlik siyasetinin bir diğer çıkmazı farklılıkları tanımlarken, farklı olanı ötekileştirme zeminini de kurmasıdır. Kapitalist sistem içerisinde kimlikler vesilesiyle emekçi sınıflar içerisinde ‘ötekileştirme’ sistematik hale getirilir. Sermaye sınıfının çıkarları açısından ise bütüncül politikalar ve emeğe karşı topyekûn saldırılar belirleyicidir. Sermaye sınıfının emek sömürüsü istikrarlı bir güç gösterisine dönüşür.
Kimlik siyasetinin bir başka görünümü emperyalizmin siyasi, iktisadi ve sosyal tasarım projelerini az gelişmiş ülkelere ihraç ederken ortaya çıkmaktadır. Emperyalizmin son 30 yıldır yayılmacı siyasetine ‘feminist’ politikalar eşlik etmekte, emperyalizm az gelişmiş ülkelere kadınların güçlendirilmesi ve kalkınmaya katılması önkoşulunu da getirmektedir. ‘Kadınların güçlendirilmesi’ ve ‘kalkınma’ kavramlarının bir kez daha esnek çalışma, güvencesizlik, düşük ücretler, hak gaspları ve sermayenin çıkarlarına eşlik ettiğini not edelim.
Fırsat eşitliği, katılımcı kalkınma gibi kavramlar, feminist politikalar ekseninde meşruluk kuran kapitalizmin sömürü aygıtları olarak işlev gördü. Kapitalizm kendi vitrinini kadın hakları, toplumsal cinsiyet eşitliği gibi kavramlarla süslerken, emek sömürüsü katmerlenmiş ve bugün emekçileri sınıf bilincinden yoksun yakalamıştır.

Benzer bir manipülasyonu ‘aile ücreti’ konusunda da görmek mümkün. Aile ücreti talebinin karşısındaki feminist politikalar bugün yine kapitalizm açısından kullanışlı bir argümana dönüştürülürken, ücretlerdeki düşüş ise trajiktir.
Kimlik siyasetinin kadın mücadelesini kötürümleştirdiği gerçeği bugün çeşitli feminist kuramcılar tarafından da tartışılan bir başlık haline gelmiştir.

Bir kez daha tarihin yasallıkları işlemektedir. Bugün dünyada kapitalizmin yaşadığı kriz ve bu krize karşı ortaya çıkan tepkiler, direnişler sınıf ekseninde ele alınmak durumundadır.
Bugün Türkiye’de ve dünyada kadınların zaman zaman kitlesel eylemlere de dönüşen tepkisinin sosyoekonomik nedenlerini irdelemeden ortaya atılacak tezler temelsiz kalacaktır. Dolayısıyla ortaya çıkan kadın dinamizmi emperyalist-kapitalist sistemin yaşadığı çok boyutlu krizden bağımsız düşünülemez. 2008’de yaşanan ve palyatif çözümlerle ötelenen ekonomik krize Covid-19 pandemisi eklendi.

Krizin önemli bir diğer boyutu siyasaldır. Son kırk yılı tarihin sonu, küreselleşen dünya ve illüzyonik refah toplumu anlatılarıyla geçiren emperyalist sistem dünya halkları için ikna edici olmaktan bugün uzaktır.
Öte yandan Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve soğuk savaş döneminin sonunu dünya barışının olmazsa olmazı ilan edenler o günden bu yana savaş politikaları ile egemenliklerini tesis etmeye devam ediyor. Dünya barışı hamaseti de ideolojik motif olarak inandırıcılığını yitirmiştir.

Kriz çok boyutludur ve bugün geniş emekçi sınıfların geleceği yeniden kurma arayışları daha fazla gündemdedir. Kapitalizmin bu krizine ilk yanıtların tarihte olduğu gibi bugün de kadınlardan gelmesi tesadüf değildir. Emeği değersizleştirilen, kapitalizmin emekçi sınıfları tahakkümü altına almanın önemli bir aracı olarak beslenen gerici politikaların muhatabı olan kadınların itirazını buralarda aramak gerektiği açık.

1800’lü yılların Avrupası ve 1900’lü yılların başlarında Çarlık Rusya’sında da kadınların eylemlerinin toplumsal dönüşümlere ön ayak olduğunu hatırlayalım. Dönemler ve nesnel koşullar farklı olsa da kapitalizmin krizi, sömürü ve baskı benzerdir. Farklı olan ise önceki deneyimlerin bir sınıf hareketi karakteri taşıması ve tarihe yön veren devrimlerle taçlanmasıdır. Kadınların eylemleri, doğrudan emek ve ekmek talebi etrafında şekillenir ve sistem karşıtı bir karakter taşır. Toplumsal kurtuluşu ve yeni bir toplumsal düzenin inşasını mücadelenin ana eksenine yerleştirir.

Ülkemiz açısından da sınıf hareketinin güçlü olduğu 80 öncesi dönem kadın mücadelesinin yükseldiği, kadınların sömürüye karşı eşit ve özgür bir dünya talebiyle sokak sokak örgütlendiği deneyimlere sahne oldu. Ülkemizde bu hattın temsilcisi İlerici Kadınlar Derneği (İKD) kadın sorununu Marksist yöntemle ele almış, sınıf mücadelesini başa yazmış, kadınların kurtuluşunun ancak ve ancak toplumsal kurtuluşla mümkün olduğunu dağa taşa yazmıştır. Bu önemli deneyimi bugün ne yazık ki eğip bükerek altı boş ajitatif önermelermiş gibi gösterme gayreti kadar, İKD deneyimini Türkiye’de feminist hareketin ilk nüveleri olarak sunma çabaları da şaşırtıcıdır.

Sınıf siyasetinin toplumsal alanda kendini daha fazla hissettirdiği, sosyalist kadın hareketinin ise güç kazandığı bir dönem açıldığını söylemek bir iddianın ötesinde bir geçekliktir bugün. Kapitalizmin amansız sömürüsüne, gerici dayatmalarına, ayrımcı politikalarına karşı büyüyen tepki emekçi kadınların yüzünü sınıf siyasetine döndüğü bir dönemi işaret ediyor. Sosyalist kadın hareketi tarihten aldığı feyz ve mirasla ortaya çıkan bu hareketi örgütlemek, öncülük etmek görevi ile karşı karşıyadır. Kadınların değişik vesilelere sergiledikleri direnişlerin bir toplumsal kurtuluş mücadelesine dönüşmesi, liberal sol siyasetin dar ufkuna terk edilmemesi bugün başa yazılmalıdır. Gamze Yücesan’ın sözleri ile ifade edersek

‘’Sol liberalizmin en çok tahribat yarattığı alan siyasal ufuktur. Sol liberalizmde büyük anlatıların reddi üzerinden geliştirilen mikro analizler ve mikro politikalar tahakküme varır. Tahakküm çokludur. Parçalıdır ve her yerdedir. Sol liberalizm tahakkümü ortadan kaldırmak için tanınmayı önerir. Tanınmanın politikası ise burjuva sivil toplum alanı içerisinde kalır. Bu alan yaşamın içine yayılan pazarlıklar ve müzakereler alanı olarak kavranır. ‘’*

O halde bugün büyük anlatıları ve köklü dönüşümleri hedeflemeyen dar siyasal perspektifler reddedilmeli, kadın mücadelesinde sosyalist devrim perspektifi başa yazılmalıdır. Kadınların, daha azına, kaderlerine razı edilmelerine izin verilmemelidir.

*Prof. Dr. Gamze Yücesan Özdemir, Sosyalizmin Ufku Stratejisi ve Kültürü, Yeni Ülke Dergisi Ocak 2022.