Kısa dönemde akademi düzeltilebilir mi?
Akademinin düzelmesi, yönetiminden, fiziki olanaklarına, finansal yapısından, toplumsal bağlarına kadar neredeyse her konuda köktenci adımlara bağlıdır ve ciddi bir süreye gereksinim vardır.
Bir ay önce yazdığım ‘Akademik Yükseltmeler Üzerine’ başlıklı yazımdan sonra akademi içinden ve dışından konuyu tartıştığım arkadaşlarım oldu. Daha doğrusu yazıdaki şu sözlerimi: “İlk yapılması gereken tüm öğretim üyelerinin akademik unvanlarından sıyrılıp; sonra evrensel (üniversal) ölçütlere göre yeniden unvan alması gibi duruyor. Buna, unvanlarını herhangi bir yerde kullanmak isteyen emekli öğretim üyeleri de dahil.”(1) Daha da doğrusu bunun işe yarayıp yaramayacağı idi tartıştığımız.
O zaman önce çok kısa bir özet yapayım: Elbette akademinin bir üst yapı kurumu olduğu ve ancak alt yapıdaki değişikler sonrası kalıcı bir yeniliğe uğrayacağını ben de biliyorum. Akademinin düzelmesi, yönetiminden, fiziki olanaklarına, finansal yapısından, toplumsal bağlarına kadar neredeyse her konuda köktenci adımlara bağlıdır ve ciddi bir süreye gereksinim vardır. Ancak, hem her şeyi ‘devrimden sonraya’ bırakmak kolaycılığından kurtulmak, hem de alt yapı değişikliği durumunda bile ilk yapılacaklar listesine, moda deyimiyle ‘acil eylem planına’ gereksinim olacağı için, ayrıca bugünün koşullarında reform anlamına gelecek önerilerde bulunmak gerektiği kanısında olduğumdan böyle bir yazı hazırlamıştım.
Konuya akademik unvanların yeniden evrensel ölçütlere göre dağıtılmasından başlanmasını önermemin nedeni, akademide fiziki koşullardan ve finans durumundan önce insan kalitesi geldiğini düşünmem.
Ciddi değerlendirme derken ne makale veya değini gibi sayısal verileri ne de bazı ünlü indeksleri kastediyorum; sadece kalitenin, bilime katkının değerlendirilmesinden söz ediyorum. Şimdi bir an için akademide herkesin unvanlarından arındığını ve ciddi bir değerlendirmeyle yeniden unvanların dağıtıldığını düşünün. Ben size söyleyeyim, küçük bir deprem yaşanır, profesör sayısı belirgin bir biçimde düşerken, yardımcı doçent (yeni ismiyle doktor öğretim üyesi) sayısında artış olur. Çok sayıda kişi, bu unvanı da alamayıp, öğretim görevlisi olur; birçok profesör bile. Bu söylediklerim sadece tahmin değil, iyi bildiğim birkaç anabilim dalı üzerinde yaptığım değerlendirmelere dayanarak söylüyorum. Bu işin sonunda pek çok profesör unvanını yitireceği için bölüm başkanlıkları, dekanlıklar gibi bilimsel önderlik konumları liyakatli olanlara geçecektir.
Çok tartışılan AKP rektörleri için de durum farklı olmayacaktır. Türkiye’deki 197 rektörün akademik performansını irdeleyen bir çalışma(2) geçen yıl yayınlandı. Her ne kadar bu çalışma sadece sayısal veriler üzerinden gitse de yine de durum konusunda bir fikir veriyor. Yazıdaki tabloları incelediğimde, rahatlıkla önemli çoğunluğunun profesör unvanını koruyamayacağını gördüm. Bu demektir ki, artık bu kişiler rektör olarak kalamayacaklar, çünkü rektör olabilmek için ön koşul profesör olmak. Denirse ki unvanları geri almak doğru olmayabilir, o takdirde profesörlük üzerine iki yeni unvan tanımlanıp, hak edene bu unvanlar verilebilir.
Elbette, herhangi bir nedenle üniversite dışında olup, unvanını kullanmak isteyenler de bu sürecin dışında kalmamalıdır.
İkinci olarak üniversite çalışanlarının tümü tamgün yasası içerisine alınmalı, akademisyenlerin tüm zamanlarını üniversite içerisinde geçirmeleri sağlanmalıdır. Dışarıda gelir getirici işlerden uzak tutulmalıdır öğretim üyeleri. Burada sadece tıp fakültelerini kastetmiyorum. Ayrıntısına girmeyeceğim ama uzun yıllar Türkiye’de bu işin böyle olduğunu söylemem yeter. Demek istediğim, tam gün çalışma var olan yasalara bile uygundur.
Biliyor musunuz emin değilim, şu anda Türkiye’de üniversitelere bağlı sayıları dört haneli rakamlarla ifade edilen enstitü ve araştırma merkezi var. Örneğin sadece Dokuz Eylül Üniversitesi’nde 49 araştırma merkezi ve 10 enstitü bulunuyor. Yasalara göre bu birimlerin tek bir görevi var, o da bilgi üretimi. Elbette yine büyük çoğunluğu böyle çalışmıyor. İşte üçüncü olarak bu birimlerin gerektiği gibi çalışmasını sağlamak olmalı. Yeni dağıtılan unvanlarla buraların doğru ve interdisipliner çalışmasını sağlamak hiç de zor olmayacaktır.
İlk bakışta saydığım bu üç adım zor gibi görünebilir ama başka bir yolu da yok. Türkiye’de üniversitelerdeki toplam akademisyen sayısının iki yüz bin civarında olduğu ve önemli kısmının kırk yaş altında olduğu düşünülürse, dediğim şekilde bir müdahale olmadıkça yaklaşık otuz yıl boyunca gerektiği kadar bilimsel üretim olmayacak demektir. Kaldı ki, var olan kadrolar etkin olduğu sürece kendi benzerlerini alacaklardır üniversiteye. Ülkenin bu kadar beklemeye dayanma gücü olduğunu düşünmüyorum.
(1)https://gazetemanifesto.com/2022/akademik-yukseltmeler-uzerine-494953/
(2)Karadag E. Academic (dis)qualifications of Turkish rectors: their career paths, H-index, and the number of articles and citations. Higher Education 81:301–23, 2021.