Korkuyu yenmek
Otoriter rejimlerin meşruluk kazanmasında iktidar yandaşları kadar idare-i maslahat eden korkakların da sorumluluğu var.
‘Sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde tahakkümünü tesis etmeye…’ diye başlayıp ‘memleket içinde müesses iktisadi veya sosyal temel nizamlardan herhangi birini devirmek…’ diye devam eden TCK’nın 141 ve 142. maddeleri ilk kez 1951 yılında Demokrat Parti Dönemi’nde yürürlüğe girmişti. ABD’nin dümen suyundaki Menderes Hükümeti, proletaryanın sınıf mücadelesini bu maddelere dayanarak gayrimeşru ilan etti. Halk, her mahallede bir milyoner yaratma ve küçük Amerika olma gibi popülist vaatlerle efsunlanıp sınıf çıkarlarına yabancılaştırıldı. Emekçi haklarını savunan örgütler ve bunların temsilcileri vatan haini olarak yaftalandı. İşçi liderleri, siyasiler, yazarlar, sanatçılar örgüt kurmak ya da komünizm propagandası yapmak savıyla yıllar boyunca yargılandı, tutuklu kaldı.
1991’de Sovyetler Birliği dağılma sürecine girdiğinde artık komünizmi tehdit olarak görmeyen Türkiye’deki iktidar sahipleri, ilgili maddeleri yürürlükten kaldırdı. Ne var ki bunların yerine konan terörle mücadele kanunuyla bu kez de birçok fiil terör kapsamına alınıp muhalifler cezalandırıldı. Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı olduğu o günlerde dinin siyasete alet edilmesini önlemek ve laik düzeni korumak için TCK’de yer alan 163. madde için de kaldırma kararı alındı. İrticaya ilişkin bu maddeden Fethullah Gülen de 1970’li yılların başında 12 Mart’ın askeri mahkemesinde yargılanıp hüküm giymişti. Daha sonra Askeri Yargıtay bu kararı bozmuş, af yasasıyla da Gülen’in yargılanmasına son verilmişti.
ABD, soğuk savaş sürecinde geliştirdiği yeşil kuşak projesiyle İslam’ı komünizme karşı bir savunma silahı olarak kullandı. Sovyetler yıkıldıktan sonra da tohumlarını ektiği radikal dinciliği frenlemek için ılımlı İslam anlayışını öne sürdü. Bu bağlamda AKP İktidarı, Gülen Cemaati’nin desteğiyle uzun yıllar ABD ile uyumlu ilişkiler içinde oldu. Askeri vesayet ve darbecilik söylemleri eşliğinde kurgulanan kumpas davalarıyla Silahlı Kuvvetler’e format atıldı. 2008 yılında, Anayasa Mahkemesi tarafından laiklik karşıtı eylemleri nedeniyle cezalandırılan AKP, iktidarını sağlamlaştırdıkça radikalleşti.
Aynı evin kardeşleri
ABD himayesinde yaşayan Gülen, 2016 yılındaki başarısız darbe girişiminden sonra Erdoğan tarafından Fetö terör örgütünün lideri olarak ilan edildi. Gülen’in Ayetullah Humeyni gibi ülkeye dönmesinin önüne geçildiğine sevinenler, 15 Temmuz gecesi ülke genelinde eş zamanlı olarak okutulan selalara anlam veremedi. Darbeye kalkışan İslam dinine mensup bir cemaat değil de sanki deist-ateist bir örgütmüş gibi iktidar, camiyi yine kendi propagandasına alet etti. Erdoğan’ın deyişiyle “aynı evin içerisindeki kardeşler kendi aralarında takışırlar, bir müddet sonra da barışırlar”.
Prens Selman için söylenen bu sözler Gülen için de söylense artık kimse şaşırmaz. Yok aslında ikisinin birbirinden farkı. Gülen ne kadar darbeciyse demokrasiyi istenen durağa gelince inilecek tramvaya benzeten Erdoğan da o kadar darbecidir. Bundan dolayı ülke yıllardan beri ‘sandıktan ben çıktım; ister asarım, ister keserim’ tavrıyla yönetiliyor.
Dini cemaatleri bakanlıklarda, kamu kurumlarında baş tacı eden Yeni Türkiye, laiklikten uzaklaştıkça demokrasiden koptu. Askeri vesayetle anılan dünün baskıcı uygulamaları, bugün dinci vesayet rejiminde katlanarak arttı. OHAL’in ruhuna uygun düzenlemelerle illerde valiler geniş yetkilerle donatıldı. Özellikle anayasada güvence altına alınmış bireyin önceden izin almadan barışçıl toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma hakkı, kanunla sınırlandırıldı! Anayasaya aykırı olan bu kanunu uygulama yetkisi de valilere bırakıldı. Bireyin anayasal haklarını ve özgürlüklerini korumakla yükümlü olan Anayasa Mahkemesi ise Yeni Türkiye’de Cumhuriyet’in temel ilkelerini bile koruyamayacak kadar zayıflatıldı. Oysa TCK’nın 163. maddesi, dindar muhafazakar kesimin ifade özgürlüğünü geliştirmek adına yürürlükten kaldırılmıştı!
Protesto ihanet oldu
Askeri hiyerarşiye rahmet okutan din soslu itaat-biat kültürü, tüm kurumları hegemonik etkisi altına aldı. Yargı, üniversite, medya gibi özerk ve özgür olması beklenen kurumlar, tek adam rejimine boyun eğdi. Anayasayı yok sayan denetimden muaf bir gücün nerede frene, nerede gaza basacağı kestirilemiyor. Belirsizlik toplumda kaygı ve korku uyandırıyor. Zaten otoriter rejimler, hedeflerine ulaşmak için korku iklimi yaratarak halkı denetim altında tutuyor. Kurgulanan olağan dışı hikayeler de buna hizmet ediyor. Örneğin AKP-Cemaat işbirliğiyle yürütülen Ergenekon, Balyoz kumpasları toplumda korku ve kaygı oluşturmak için atılan ilk adımlardı…
Olan biteni kavrama yetisine sahip aydınlar takımının bir kısmı, her türlü riski üstlenip iktidara muhalefet ederken diğer bir kısmı da çıkarları için iktidardan yana tavır alıyor. Otoriter rejimlerin meşruluk kazanmasında yandaşlar kadar idare-i maslahat edenlerin de sorumluluğu var. İktidara karşı olup korkudan sesini çıkaramayanlar çoğunluk oluşturuyor. Bu korku, mevcut konforu yitirme riskinden kaynaklanıyor. Konforu uğruna özgürlüğünü ve onurunu yitirmeyi dahi göze alanların otoriter anlayışa sağladığı desteği küçümseyemeyiz. İktidarın uygulamaları ile yaşadığı sorunlar arasında bağ kuramayan bilinçsiz yığınlara kızmak yerine asıl bu gerçekle yüzleşmek gerekiyor.
Öte yandan halkı sabırla terbiye eden düzen muhalefetinin idare-i maslahatçı tavrı da sorgulanmayı hak ediyor. Sokağa çıkıp iktidarın ekmeğine yağ sürmeyelim diye diye halkın ekmeği küçüldü! Bu nedenle Erdoğan, Gezi Direnişi’ni anayasal bir hakkın kullanımı değil de ihanet olarak niteliyor. Gezi, yıllardan sonra ağır biçimde cezalandırılıyorsa bunda halkın çığlığını ağzına tıkayan ana muhalefetin önemli bir payı vardır. Ortak sorunları paylaşan insanların barışçıl kitlesel eylemler yapması hem iktidar, hem de düzen muhalefeti tarafından engelleniyor. Elektriğe, doğalgaza, akaryakıta ve diğer temel ihtiyaç maddelerine yapılan fahiş zamlar bile protesto edilemiyor. Bunlar sineye çekildikçe arkasından yenileri geliyor.
AKP iktidarı, TCK’nin 163. Maddesi’nin kaldırılmasından aldığı güçle yıllardır ülkeyi ideolojik önceliklerine göre yönetiyor. Yeni Türkiye’nin mahkemeleri TCK’nın kadük maddelerini mumla aratan sudan gerekçelerle hüküm veriyor. Terörle iltisaklı olmak, casusluk, meşru hükümeti devirmeye teşebbüs gibi yakıştırma suçlarla muhalifler hapishanelerde rehin tutuluyor. Tek adamın arzusuna hizmet eden irrasyonel yargı kararlarıyla topluma korku salınıyor.
Otoritenin korkuttuğu insanlar ancak bir araya gelerek cesaret kazanabilir. Yalnız olmadığını hisseden insan, umutsuzluğa ve karamsarlığa yenik düşmez. İşte bu yüzden bireyin anayasal hakları seçim sandığına hapsedilemez. Sinmiş, yılmış, pusmuş bir halkla otoriter rejimden kurtuluş olmaz. Ezilenlerin gür çığlığını iktidar şimdiden kulaklarıyla duymazsa seçim sonuçlarına asla inanmaz.