Yanlış siyasal analojilerin çok görünürlüğü ve entelektüel piyasada dolaşımı onları daha da tehlikeli hale getirebilir. Yanlış siyasal analoji derken Kemal Kılıçdaroğlu’nun türban çıkışının ardından kimi çevrelerde dillendirilen Kulturkampf/Kültür Savaşı’ndan bahsedeceğiz. Önce, Otto von Bismarck’ın nasıl bir siyasi karakteri vardı ve Kulturkampf (Kültür Savaşı) neydi ona bakalım. Üç savaşla Almanya’yı birleştirmiş ve Prusya kültüründeki kıyıcı ve acımasız her şeyi şahsında simgelemiş bir devlet adamı çelişkili bir karakterdir. Tam bir hastalık hastası, kolaylıkla gözyaşlarına boğulabilen zalim bir despot, okulları sekülerleştirmiş ve mahkemede boşanmayı getirmiş olmakla birlikte, Evanjelik Protestanlığın aşırı bir biçimine inanan dindar bir kişiliktir [1].
Bismarck’ın özünde ideolojik politik bağlamda katı bir sosyalizm-sosyalist düşmanı olduğu çok biliniyor. Ekim 1878’de kabul edilen anti-sosyalist yasa, Bismarck’ın şansölyeliği dönemindeki en önemli baskı yasasıydı. Sosyalizmin ilkelerine olan nefretini hiçbir zaman gizlemeyen Bismarck, 1870’lerde Alman sosyal demokrasisinin yükselişini engellemek için basını kısıtlamak ve Alman ceza kanununu gözden geçirmek gibi çeşitli girişimlerde bulundu. Ancak siyasi muhalifler bu önlemlerin neredeyse tamamına başarıyla direndi ve Reichstag seçimlerinde sosyalist adaylara verilen oylar artmaya devam etti. I. Kaiser Wilhelm’e yönelik suikastta Bismarck, Sosyal Demokrat Parti’yi (SPD) suçladı. Hemen yeni Reichstag seçimlerini duyurdu ve 1878 yazında radikal bir anti-sosyalist kampanyanın başlatılmasına yardımcı oldu. Yeni seçilen parlamento bir öncekinden daha da muhafazakârdı ve 21 Ekim 1878’de anti-sosyalist yasa çıktı. Tüm sosyal demokrat dernekleri, meclisleri ve gazeteleri yasakladı. 1878 ile 30 Eylül 1890’da yasanın kaldırılmasına kadar geçen sürede ceza makamları yaklaşık 1.500 kişiyi toplam 800 yıldan fazla hapis cezasına çarptırdı. Bismarck’ın anti-sosyalist kampanyası, onun en büyük siyasi yanlış hesaplarından biriydi.
Bismarck, 15 Ağustos 1878’de anti-sosyalist yasaya sosyalist politikaya katılan memurların emeklilik maaşı bağlanmadan işlerinden çıkartılacağına dair bir maddenin ilavesi gerektiğini de belirtiyordu. Berlin’de az maaşlı küçük memurların, hat bekçilerinin, makasçıların ve benzerlerinin çoğu sosyalist olduğundan, olası isyanlarda ve asker sevkiyatında bunun ne büyük bir tehlike oluşturacağına değinerek sosyalist oldukları doğrulanan vatandaşların seçme ve seçilme hakkının, sonsuza değin kaldırılmasını istiyordu [2].
Bismarck, Monarşik hükümetlerin, devlet ve toplum düzenini koruması için dayanışmaya olan gereksinimleri bağlamında anlaşamamaları ve tebaalarının şovenist hareketlerine hizmet etmeleri halinde, uluslararası ihtilal ve sosyalizm akımlarına karşı yapılması gerekecek mücadelelerin, daha tehlikeli ve monarşik düzenin zaferi için daha güç bir manzara almasından korktuğunun altını çiziyor: 1871 den beri bu [sosyalizme karşı] mücadelelere karşı en yakın teminatı aradım ve bunu üç imparator ittifakında buldum; aynı zamanda, İtalya’ daki monarşik prensipe bu ittifakın sağlam bir destek olmasını temine çalıştım.[3] Karl Marx, Bismarck’ın uluslararası komplolar düzenleme politikasına ilişkin olarak Alman İmparatorluğu’nun kendisi de, iktisadi bakımdan, dünya pazarının “çerçevesi içine”, siyasal bakımdan da devletler sistemi “çerçevesi içine” girdiğini vurgularken“Her tüccar bilir ki, Alman ticareti, aynı zamanda, dış ticarettir ve Bay Bismarck’ın büyüklüğü de uluslararası politikasının niteliğinden ötürüdür” der.[4]
Otto von Bismarck’ın uluslararası komplolar düzenleme politikasına gelene kadar Paris 1871 Komünü’nün kanla bastırılmasının baş müsebbiplerinde biri olduğunu özellikle belirtmek gerek. Paris kuşatması ve Komün’ün kanla ve vahşetle bastırılmasındaki uluslararası komploda İngiliz İmparatorluğu’nun rolünü şu sözlerle itiraf ediyor Bismarck: “Paris için medeniyetin kâbesi diyorlar ve İngiltere’de umumi efkârın riyakâr lisanında insanlık hislerini tahrik maksadıyla mutad olan tesirli bazı tabirler daha kullanıyorlardı; İngiltere, bu insanlık hislerinin tezahür ettirilmesini diğer bütün devletlerden beklediği halde kendi düşmanlarına karşı onları her zaman tatbik etmez. Londra’nın tesiriyle yetkili çevrelerimiz, Paris’in toplarla değil, ancak açlıkla teslim olmak zorunda bırakılmasını doğru buluyordu. Bu hareketin daha insani olup olmadığı münakaşa edilebilir; kaldı ki, açlık devresi, anarşi vahşetine serbest bir zemin hazırlamadığı takdirde, Komün’ün bütün dehşetleriyle patlak verip vermeyeceği de üstünde durulacak bir mesele idi. Halkın aç bırakılmasının daha insani olacağı lehinde İngiltere’nin yaptığı tesirde sadece hislerin mi rol oynadığını, siyasi düşüncelerin hesaba katılıp katılmadığım araştırmak istemem.”[5]
Eylül 1870’den Mayıs 1871’e kadar, önce Prusya ordusu, ardından Fransız birlikleri tarafından Paris kuşatması şiddetli bir kıtlıkla sonuçlandı: Parisliler fareleri ve hatta hayvanat bahçesindeki, iki fil de dâhil, birçok hayvanı yemeye zorlandı. Victor Hugo, o açlık günlerdeki iki fil için şu notu düşüyor günlüğüne:“Jardin de Plantes’daki fili öldürdüler. Hayvancağız ağladı. Fili yiyeceğiz.”[6]
Sert ve otoriter olan Otto von Bismarck, bütün devlet ve yönetim örgütünün lâikleştirilmesini, pozitif bilimler temeline dayanan, özgür ve dinî felsefeden uzak, hür bir devlet ve yönetim temelini kurmak istiyordu. Bu meselede en büyük müşkülat Katolik kilisesinden geliyordu. Bismarck’ın gözünde, Prusya-Protestan İmparatorluğu’nun ulusal birliğine yönelik en büyük tehdit, Katolik Kilisesi ve takipçileriydi. Papalığın Almanya üzerindeki dünyevî otoritesi kırılmalıydı. Bismarck’a göre dinî otoritenin üzerindeki ortaçağdan beri sürüp giden imtiyazları almak, okullardaki eğitimi lâikleştirmek, kilisenin özel hukukunu kırmak gerekiyordu. Bunlar doğal olarak Katolik Kilisesi’nin pek de işine gelen idarî reform değildi. Bu nedenle Alman Hükümeti ile Roma Papalık Hükümeti, Almanya -Polonya- Prusya Katolik din adamları örgütü ve Alman Katolik Merkez Partisi arasında acımasız bir mücadele başladı. Bu mücadelede hükümet taammüden liberaller tarafından desteklendi. (Liberaller bu savaşa Kültür Savaşı “Kulturkampf” adını vermişlerdir). Bu konuda hükümetin çıkarttığı yasalar “Mayıs Yasaları” olarak bilinir. Mücadele yıllarca büyük bir sertlikle yürüdü. Prusya İçişleri Bakanlığı’ndaki kilise dairesi ortadan kaldırıldı; Cizvit papazlığı organizasyonu lağvedildi ve sert yasaklar getirildi. Vatikan’la siyasî ilişki kesildi. Prusya’da -ve bütün Almanya’da- Kilise görevlilerin hareketleri kısıtlandı. Nihayet kilise organları ve devlet arasındaki anlaşmazlık polis ve yargı aşamasına ulaştı. Yasalara riayet etmeyen pek çok rahip hapsedilirken ve uzaklaştırılırken birçoğu da kilise ve manastırları terk edip sınır dışına kaçmaya mecbur kaldı. Bismarck’ın esas olarak, Katolikliğin etkisinin Alman İmparatorluğu’nun birliğini tehlikeye atacağından korktuğunu da eklemek gerekiyor. Kulturkampf zamanla kaçınılmaz olarak hafifletildi. Özellikle Bismarck’ın serbest ticaret ve gümrük politikasına koyduğu sınırlamalar liberallerin cephe halinde kültür savaşından vazgeçmelerine sebep oldu ve hükümeti büyük bir destekten mahrum bıraktı. Katolik Kilisesi’nin ve halk arasındaki Katoliklerin yoğun ısrarları ile hükümet Mayıs Yasaları uygulamasını durdurdu. Bu mücadele Bismarck’ın başbakanlığının sonuna değin sürdü. Bismarck yeni Papa XIII. Leo’nun tahta çıktığı gün teklif ettiği uzlaşmayı reddetti[7].
Otto von Bismarck anılarında şu notu düşüyor: “Katolik Dairesi’nin kaldırılmasını ve bu dairenin, Silezya, Polonya ve Prusya’ da devlet için tehlikeli olan faaliyetinin bertaraf edilmesini bile mühim bir kazanç olarak telakki edebilirdim. “Kültür Savaşı”na benden ziyade, başta Virchow ve arkadaşları olmak üzere Liberaller girişmişlerdi; fakat bu savaştan sadece vazgeçmekle kalmayarak, gerek Parlamentoda, gerekse seçimlerde Merkez Partisini desteklediler; böylelikle hükümet Merkez’e karşı azınlıkta kaldı.”[8] Otto von Bismarck’ın kurguladığı Kültür Savaşı aslında ve bir bakıma papalık otoritesini ve etkisini pekiştirmeye yaradı. Lenin şunları söylüyor: “Bu mücadeleyle (Kültür Savaşı) Bismarck Katoliklerin militan dinciliğini sadece sağlamlaştırdı, gerçek kültür davasına sadece zarar verdi, çünkü politik ayrılıklar yerine dinsel ayrılıkları ön plana çıkardı ve böylece işçi sınıfının bazı katmanlarıyla demokrasinin dikkatini sınıf mücadelesinin ve devrim mücadelesinin acil görevlerinden, gayet yüzeysel ve burjuvaca yalancı anti-klerikalizm yönüne saptırdı.”[9]
**
Aslında bu günlerde entelektüel piyasada moda olan “Kültür Savaşı” meselesinin “kuramsal” yaldızı kazıldığında Şerif Mardin’in “ortaya attığı” ‘mahalle baskısı’ kavramı ortaya çıkar. Kendisiyle yapılan söyleşide Mardin’e göre mahalle Osmanlı İmparatorluğu’nda gerçek bir birimdir. Bu alan birçok öğeden oluşur çünkü o alanda yalnız mahalle yoktur. Mahallenin içindeki cami vardır, caminin imamı vardır, imamın okuduğu kitaplar var, tekke, tarikat, külliyeler vardır, esnaf vardır. Aynı söyleşide Binnaz Toprak “Kültür Savaşı” sözcüğünü sarf ediyor: “Türkiye’deki bu kavganın, bu mücadelenin -ki bunu kolaylıkla basitleşsin diye söylüyorum, “laiklerle İslamcılar” diye tırnak içinde bahsedeyim- ne mücadelesi olduğuna baktığınızda aslında bu bir kültür savaşı gibi bir şey.”[10]
Eğer bir kültür savaşından ısrarla bahsedilecek ise tavsiyemiz Piyasa İslam’ının kültürel savaşından bahsedilmelidir. “Müslüman olmanın onurunun yeni ifade şekilleri arasında, kişisel başarı öyküsü en ön sırada gelir. Başarılı, kazanan dindar karakteri bu noktada ortaya çıkar: Ekonomik alanda başarılı, kendini siyasi olarak tanımlamayan; zenginliğin ve başarının değerlerini içselleştirmiş yeni kazanan dindar İslam’ın kâra ilişkin yasaklamalarını unutmuş gibidir. Bu eğilim, Sünni İslam içinde ciddi bir kültürel savaşın, yenilenmenin, alt-üst oluşun tohumlarını atar: Yeni dindar girişimciler, uluslararası rekabet güçlerini arttırabilmek için geleneksel İslam’ın kaderci ve yerelci dünyasına karşılık, ‘ümmetin kapitalizm ruhunu uyandırmayı’ amaçlayan, ‘piyasa dostu’ burjuva, kozmopolit ve girişimci yeni bir dindarlık türü önerirler.”[11]
CHP lideri tarafından “Kadınlara giyim kuşamını siyasetin tekelinden çıkartıyoruz. Bu hakkı yasal güvenceye alacağız. Bunu bir tartışma konusu olmaktan tümüyle çıkartacağız” sözleriyle beyan edilen türban açılımı Abdullah Gül, Saadet Partisi ve Gelecek Partisi, Bülent Arınç ve eski Adalet Bakanı Abdülhamit ve HDP cenahınca hararetli bir şekilde karşılandı ve desteklendi.
Kılıçdaroğlu’nun TÜSİAD Başkanı’nı arayıp “Seçim istiyoruz” müracaatı, Finlandiya’nın NATO üyeliğini desteklemesi, “Rusya-Ukrayna savaşında Ukrayna’nın yanında yer almamız gerektiğini düşünüyoruz” demesi, Said Nursi’nin kitaplarının yasaklanmasının önüne yatması, 1921 Anayasası’na göz kırpıp işmar edip de 1961 Anayasası’na kör kalması nasıl açıklanabilir?
CHP’nin türban açılımına karşılık TÜGVA 5. Olağan Genel Kurulu’ndaki konuşmasında Erdoğan’ın “Benim karşımda şu anda muhafazakâr devrimciler var. Ben muhafazakâr devrimcilerle 2023’ü evelallah başarıyla bitireceğimize inanıyorum.” sözleriyle el yükseltmesi, özünde 1923 Cumhuriyeti’ne dönük karşıdevrimci bir hamledir. CHP’nin AKP ile gericilik, sermayecilik, NATO’culuktaki yarışı nasıl bir AKP’siz AKP Türkiye’sine doğru yol aldığımızın işaretleridir.
Merak ediyoruz, Bahriye Üçok, Uğur Mumcu, Turan Dursun, Çetin Emeç, Ahmet Taner Kışlalı, Muammer Aksoy cinayetleri “Kültür Savaşları”na dâhil miydi?
“Kültür Savaşları” baştan aşağı yanlış, tarih üstü ve gerçek üstü bir analojidir; son tahlilde “Kültür Savaşları” yoktur, AKP’nin gerici-karşıdevrimci saldırısı vardır.
[1] Jonathan Steinberg, Bismarck, çev. Hakan Abacı (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2015), 6.
[2] Otto Von Bismarck, Düşünceler ve Hatıralar, çev. Nijad Akipek, c. 2 (İstanbul: Milli Eğitim Vekaleti, 1954), 276-77.
[3] Bismarck, 2:330.
[4] Karl Marx ve Friedrich Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, çev. M. Kabagil (Ankara: Sol Yayınları, 1976).
[5] Bismarck, Düşünceler ve Hatıralar, 2:167-68.
[6] Victor Hugo, 1871 Paris Komünü Günleri: Günlük, çev. Ekin Özlü Akseki (İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınevi, 2020), 6.
[7] Ahmet Mumcu, “Almanya’da Din Ve İdare Hukuku Münasebetleri: Tarihi gelişim ve bugünkü durum”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi 17, sy 1 (1960).
[8] Bismarck, Düşünceler ve Hatıralar, 2:198.
[9] V.İ Lenin, Din Üzerine, çev. Süheyla Kaya ve İsmail Yarkın (İstanbul: İnter Yayınları, 1998), 15.
[10] Prof. Şerif Mardin: “Mahalle Baskısı, Ne Demek İstedim?”, t.y., http://www.rusencakir.com/Prof-Serif-Mardin-Mahalle-Baskisi-Ne-Demek-Istedim/2028.
[11] Patrick Haenni, Piyasa İslamı: İslam suretinde neoliberalizm, çev. Levent Ünsaldı (İstanbul: Özgür Üniversite Kitaplığı, 2011), 81.
ABD'li Senatör Lindsey Graham, Uluslararası Ceza Mahkemesinin (UCM) İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ve eski Savunma…
Kadına yönelik şiddeti tek başına biyolojik bir mesele olarak erkek saldırganlığıyla açıklamak en hafif tabirle…
Bu düzen çürümüştür. Şimdi bu çürümüş düzeni yeni anayasa ile tescillemek istiyorlar. Medeni kanunu tartışmaya…
Yenidoğan davası, duruşmanın altıncı gününde devam ediyor. Örgüt lideri olmakla suçlanan Dr. Fırat Sarı savunma…
NNA’daki habere göre “Kurtarma ekipleri, düşman savaş uçaklarının bir konut binasını hedef aldığı ve çok…
Türkiye Komünist Hareketi Tunceli İl Örgütü ,Tunceli ve Ovacık belediyelerine kayyum atanması üzerine bir açıklama…