1 Mayıs geldi geçti. İki yıllık salgın arasının ardından bu yılki 1 Mayıs gerek siyasi, gerekse de psikolojik açıdan önem arz ediyordu. Beklentilerin aksine 1 Mayıs, öncesindeki siyasi atmosferin sağladığı olanakların sınırlı ölçüde alana yansıdığı bir gün oldu. 1 Mayıs’ın ardından ise bu sefer “sığınmacılar/mülteciler sorunu” ülke siyasetinin bir numaralı gündemi haline geldi. Ardı ardına yapılan şovlarla, ağız dalaşıyla konu saman alevi gibi parladı.
Sığınmacılar/mülteciler tartışması bitmeden ise ana muhalefet partisinin İstanbul İl Başkanı hakkında verilen “mahkumiyet” kararı ile gündem bir kez daha değişmiş oldu. Siyasi iktidarın seçimler öncesinde siyaseti şekillendirmek için yargı eliyle aldığı kararlar, böylece gündemi belirlemiş oldu.
Daha yarısı bitmeyen Mayıs ayının kısa özeti!
Haberleri/sosyal medyayı yakından takip edenlerin bildiği bu gelişmeleri sunma nedenimiz ise gündemin “ne denli hızlı savrulduğunu” ispat etmeye çalışmak değil. Kuşkusuz bu gelişmeler tavır geliştirmeyi zorlaştıran bir hıza sahip. Refleksif tepkiler ve konumlanışlar, siyasetin ana eksenini belirler hale gelmiş durumda. Ancak, siyasette etkili olmanın tek yolu refleksif tepki vermek değil. Gündem açma/kapama becerisi kadar, söylemin/tavrın merkezine neyin yerleşeceği de bir o kadar önemlidir. Dolayısıyla yazının başında sorduğumuz gibi; mızrağın sivri ucu nereye dönecek?
Mızrağın ucunun gelişigüzel bir noktayı işaret etmesi, hedefi vuramamak anlamına geliyor. Sonucunda ise her türlü etkiye/saldırıya açık olmak, gene aynı şekilde gelişigüzel bir savunma pozisyonu belirlemektir. Bugün Türkiye’de emekçilerin ve solun genel durumunu biraz da bu durumu andırmaktadır. Siyasetin yükselen ve alçalan dalgalarına tutunmaya çalışmak ve mızrağın gelişigüzel bir biçimde sallamak, bugün solun genel alışkanlığı haline dönüşmüş durumda.
Açıkçası bu “yükselen/alçalan dalgalardan” bir “dalgalar teorisi” çıkarmak mümkün değil. Sonucun saldırıya açık bir “savunma pozisyonu” olduğu ve “yılgın bir savrulmanın” daha fazla etki kazanacağı bilinmelidir. Bu cümleleri kurarken de, solun ve emekçilerin bugünkü tutumunun eksik ya da hatalı olduğu algısı yarattığımız düşünülmesin. Bugünkü sorunu eksiklikle değil, hedeften yoksunlukla açıklamak gerekmektedir.
Konuyu açmak için, bu ayki gelişmelere bir kez daha göz atalım. Söz konusu 2022 1 Mayıs’ını değerlendirmek olduğunda, solda ve eylemlere katılan emekçilerdeki genel kanı, 1 Mayıs’ın beklenenin altında bir etki yarattığıdır. Etkisizliğe yol açan durumun ardında sendikaların genel etkisizliği, solun genel olarak 1 Mayıs’ı bir görev günü olarak görmesi, düzen siyasetinin sınıfın üzerindeki etkisi gibi nedenleri ardı ardına sıralayabiliriz. Bunların hepsi doğru olmakla birlikte, bir noktanın daha üzerinde durulması gerekmektedir. 1 Mayıs öncesinde işçi sınıfının çeşitli kesimlerinde ortaya çıkan eylemlilik dalgasının, 1 Mayıs alanına sınırlı bir ölçekte yansımasının nedeni nedir?
Bu sorunun yanıtı sadece “olanakların yeterince kullanılamaması” olarak değerlendirilemez. Bu eylemlerin içinde ya da yanında yer alan farklı siyasi öznelerin, kuşkusuz ellerinden gelen çabayı gösterdiği aşikardır. Ancak beklentiler, gerçekliğin üstünü örtmemelidir. Bugünkü siyasi atmosferde ve ekonomik kriz koşullarında emekçilerin her türlü tepkisi ve eylemi, ancak süreklilik kazandığı ve siyasallaştığı ölçüde “kalıcı” hale dönüşecektir.
Bu konuda çaba sarf edenlerin var olduğunu biliyoruz. Çabanın gerçekliğe dönüşmesinin önündeki engel, solun ısrarlı bir çalışma ve düzen karşıtı bir programı toplumun önüne çıkarma konusundaki tutukluğudur. Tutuk kalma halini değiştirecek olan iradenin “bu düzen değiştirilebilir” diyen iradede somutlandığı görülmektedir. Şimdi sırada yükselen ya da alçalan dalgalara göre konum belirlemek yerine, kalıcı, ısrarlı ve baskın bir “siyasal çıkış” hedef belirleyenlerin yaygınlaşmasındadır.
Benzer bir durum mülteci/sığınmacı sorununda da kendini göstermiştir. Solun geneli açısından değerlendirildiğinde konu tek boyutlu bir “yabancı düşmanlığı” ekseniyle değerlendirilmektedir. Söz konusu tutumun siyasi bir mücadeleye çevrilmesinde “kolaycılığa” hapsolunduğu gözlemleniyor. Halbuki tartışmanın ana ekseni bir kez daha ekonomi-politiktir. Türkiye’nin Ortadoğu maceralarından, emperyalizm ve sermaye düzeniyle olan ilişkilerinden bağımsız bir yanı bulunmuyor.
Türkiye’nin bir “mülteci/sığınmacı deposu” haline dönüştürülmesi emperyalizmin Ortadoğu’daki politikalarının sonucudur. Bir yanı AKP iktidarının son 10 yıllık politikasının özetidir, diğer yanı ise emperyalizmin “tampon bölge” arayışının sonucudur. Bu sonucun doğal çıktısı ise sermaye düzeni için “ucuz emek” anlamına gelecek fırsatlardır. Ancak bu fırsatların bir bütün olarak sermaye düzeni tarafından kapsanabildiği de tartışmalıdır. MÜSİAD’ın “ucuz emek” iştahına karşın, TÜSİAD’ın “ortaya karışık” bir tutum sergilemesi bu konudaki düzen içindeki çelişkilerin yansımasıdır. Ancak söz konusu çelişkiden daha önemli olan yan, “sığınmacı/mülteci sorununun” toplumsal maliyetlerinin nasıl karşılanacağı sorusuna verilecek alternatif yanıtlardır.
Belli ki iktidar bu noktada emperyalizmle ile “pazarlıkçı” bir beklenti içindedir. AB’nin “AKP’nin mülteci politikasını destekliyoruz” açıklaması bu pazarlıkçı beklentiye verilen açık çekin söze gelmesinden ibaret. Bununla birlikte AKP’nin tek beklentisi “kaynak bulmaktan” ibaret değildir. AKP aynı zamanda siyasi destek de arayışı içindedir. Böyle bir siyasi desteğin sağlanması için siyasi atmosferin, NATO-Türkçü bir parti olan Zafer Partisi tarafından en kaba biçimiyle açılması, kuşkusuz bir şovdan fazlasına işaret etmektedir. Bahsetmeye çalıştığımız nokta, danışıklı dövüşü işaret etmiyor. Danışıklı dövüşten öte, siyasi destek arayışı için köpürtülen “karşıtlıklar” zeminidir.
Burada kimin bilinçli bir şekilde kullanıldığı, kiminse “şov yaptığını” tartışacak değiliz. Bunu yapmak isteyenler televizyonların sıkıcı “tartışma programlarında” uzun uzadıya yapabilir. Esas tartıştığımız yer; tüm bu içerikte solun söyleminin nereye yöneleceğidir. Kuşkusuz burada sivri uç, iktidarın, emperyalizmin ve sermaye düzeninin sorumluluklarına yönelmek zorundadır.
Savaşı çıkaran emperyalizmin, “Geri Kabul Anlaşması” ile “misyon sahibi olan” iktidarın, “ucuz emek için” ellerini ovuşturan sermayenin sorumluluklarına vurmadan tavır almak mümkün müdür? Eğer bu soruya “hayır” yanıtını veriyorsak, buyrun başlayalım ve işe koyulalım.
Bu haber en son değiştirildi 13 Mayıs 2022 14:23 14:23
ABD'de Biden'ın Ukrayna'ya uzun menzilli ATACMS füzelerini kullanma iznini vermesi sonrasında Cumhuriyetçilerden sert tepki geldi.…
15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından Kızılay’a satışı gerçekleştirilen ve değeri yaklaşık 100 Milyon TL olan…
Eski Almanya Başbakanı Angela Merkel, yeni kitabında Donald Trump’ın baş başa görüşmede Trump’ın kendisine Doğu…
İstifa çağrılarına yanıt veren Sağlık Bakanı Memişoğlu, "Bebeklerimizin ölümüne engel olan bir kişiye niye istifa…
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, yasadışı bahis suçlamasıyla tutuklu olan 5 sosyal medya fenomeni hakkında 1 yıldan…
Sinan Ateş Davası’nda abla Selma Ateş'e yönelik saldırıyı azmettiren Servet Bozkurt'un, Ankara’da iki cinayet işlediği…