Bir 'Gezi'nin panoraması
08-06-2022 10:30Hatırlanması gereken tek başına “direnişte ne güzeldik” değil yaşananlardan o dönem çıkardığımız dersler olmalı. İlk başa yazmamız gereken de örgütlenme zorunluluğu.
Derin Demir
Çok değil sadece dokuz yıl geçti aradan. Türkiye, Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki en büyük halk hareketi olarak tanımlayabileceğimiz, milyonların sokağa döküldüğü bir süreci geride bıraktı. Adına ister Gezi Parkı eylemleri diyelim ister Haziran Direnişi… Sloganlar, talepler ülkenin dört bir yanında yükseliyor ve ortaklaşıyordu: “Her yer Taksim her yer direniş”ti ve tabii ki “Hükümet istifa” etmeliydi.
Bir gün öncesinde dahi umutsuzluğun, mutsuzluğun, gelecek kaygısının arttığına dair tespitler yapılırken bir gün sonrasında başlayan direnişin bütün Türkiye’yi ayağa kaldıracak ve umutsuzluğu söküp atacak bir durum yaratması elbette beklenmedik bir durumdu. Yıllardır sol/sosyalist siyaset içinde vazgeçilemez düsturlardan biri olan “öncülük” misyonu yıllar sonra ilk kez çok gerçek bir şekilde kendini hatırlatıyordu. Çokça yazıldığı üzere çıkarılan en büyük ders sınıfın öncülüğünün zayıflığı, sınıf perspektifi ve elbette sınıfın kendisi eksikliğiydi. Oysa ki hemen öncesinde patlayan ve tüm ülkeye yayılan TEKEL direnişi, Hrant Dink’in öldürülmesinin yarattığı tepki, Şişecam direnişi, THY direnişi ve daha küçüklü büyüklü birçok direniş, Haziran direnişinde ayağa kalkış eksenini çok daha ileri taşıyabilecekken belli kesimler tarafından direnişin farklı yorumlanmaya çalışılması, beyaz Türklerin ayağa kalkışı denilerek küçümsenmesi ama en çok da bu direnişe dahil olmanın sonucundan duyulan korkuyla hareket edilmesi bugün geldiğimiz sonucu ortaya çıkarmıştır. Bu yüzdendir ki Haziran direnişi sadece halkta değil, solda silkelenme ihtiyacını ortaya çıkararak yeni tartışmaların başlamasına da neden oldu.
…VE BİR ORMAN GİBİ
Haziran direnişi, AKP’nin ağaçların ortadan kaldırılıp Taksim’e AVM ve Topçu Kışlası yapılacağını açıklaması ve bunun için harekete geçmesiyle başladı. Onlar için mesele sadece birkaç ağaç meselesiydi. Bizim için onur meselesi oldu.
O ağaçların ortadan kaldırılması, yerine beton dökülecek olması, Topçu Kışlası’nın yeniden yapılacak olması önemli bir simgeydi AKP için. Doğa katliamlarından da bildiğimiz üzere ve kabaca “beton siyaseti” olarak da tarif edebileceğimiz 20 yıllık sürecin sonunda kendilerini “yeşile sevdalı” göstermek için bile Cumhuriyet’in en önemli değerlerinden birini Atatürk Havalimanı’nı yok ederek yeşillendirmeye çalışmaları şaşırtıcı değil.
Tabii ki mesele de ağaç değildi.
Topçu Kışlası’nın AKP açısından ayrı bir önemi var. 31 Mart 1909’da İstanbul’da “Şeriat isteriz” sloganlarıyla başlayan gerici hareketin önemli sembollerinden biri Taksim Topçu Kışlası’ydı. AKP’nin “Yeni Türkiye”si, bugün yine Abdülhamit özleminin dile getirilmesini de düşündüğümüzde, ecdada uygun bir biçimde şekillenmişti. Buna dair çokça örnek verilebilir. Ancak bunun dışında direnişi başlatan nedenlerin başında yaşam tarzına müdahalenin artık ayyuka çıkması desek yerinde olur. Nasıl giyinileceğinden nasıl gülüneceğine, alkol alınıp alınmayacağına, kaç çocuk doğurup doğurmayacağımıza, yasal hak olan grev haklarının yasaklanmasına kadar çizilmeye çalışılan sınır, hayatın her alanında yaşamımızı etkiledi. Öyle ki, bazı işyerleri işe girerken kişinin deneyimden ziyade FETÖ’nün yayın organı Zaman gazetesine “zorunlu abonelik” sistemini bile uygulamaya başlamıştı. Yaşam tarzına müdahalenin her alanda kendini göstermesi, o zamana kadar gerçekleşen kitlesel direnişlerden çok daha farklı bir tipolojiyi ayağa kaldırıyor ve bir ezber bozuyordu. Direnişe katılanların çoğunun 25-35 yaş aralığında olması, çoğunun yüksek öğrenim görmüş olması, kendilerini laik ve özgürlükçü olarak tanımlaması ve yarısından fazlasının daha önce hiçbir politik eyleme katılmaması dünya çapında değilse bile Türkiye için yeni bir durumdu.
İnsanlığımızı hatırladığımız ve insanlığın gericiliğin, sermayenin, faşizmin elinden kurtulduğunda ne büyük işler başardığının bir göstergesiydi Haziran Direnişi. Hepsinden öte milyonlar olduğunda ortaya çıkan gücün düşmana verdiği ve bugün bile devam eden korkunun adıydı. Haziran Direnişi asıl olarak Türkiye’de yaşanan gerici dönüşüme, Cumhuriyet’in yok edilmesine, dayatılan sisteme bir tepkiydi.
Ayağa kalkan, boyun eğmeyen bir halk vardı ve bu halk direnişle birlikte bir bütün olmayı çok güzel başardı. O yüzdendir ki direnişte katledilen Berkin Elvan, Hasan Ferit Gedik, Mehmet Ayvalıtaş, Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Ahmet Atakan, Medeni Yıldırım isimleri bu bütün içine alınarak milyonlar tarafından sahiplendi, akıllara kazındı, o yüzdendir ki yitirdiklerimizin anneleri annemiz, babaları babamız, kardeşleri kardeşimiz oldu, o yüzdendir ki nerede direnişe selam gönderilse yüzümüz güldü, o yüzdendir ki yıllar geçse bile adı geçtiğinde yaşananlar hiç unutulmadan anlatılabildi. Ve o yüzdendir ki milyonların kalkışması bugüne çokça soru bıraktı.
DÜNDEN SONRA YARINDAN ÖNCE
10 yıllık bir AKP iktidarının getirdiği baskı karşısında Gezi Parkı’nda atılan adım yalnızca bir kıvılcımdı. Bugün bunun üzerinden yaklaşık bir on yıl daha geçti ve AKP durmaksızın gerici adımlarını attı, ülkeyi pazarlamayı arttırdı, halkı yoksulluğa mahkûm etti, ülkemizi işgalci konumuna getirdi ve daha nicesi…
Ancak bir şey değişmedi; Haziran Direnişi’ne duyulan öfke.
Özellikle Gezi davasında verilen kararlar, camiye ayakkabıyla girdiler, alkol içtiler yalanlarının tekrar tekrar servis edilmesi, Haziran Direnişi’nde yitirdiklerimizin ailelerine uygulanan baskılar, direnişin yıldönümünde kurulan barikatlar, ekonominin dibe vurmasının Haziran Direnişi’ne bağlanması ve tabii ki Erdoğan’ın son olarak sarf ettiği sözler… Kabul edilebilir gibi değil. Direnişin en önemli talebi olan “Hükümet istifa” tam da bu yaşananlar sayesinde ortaya çıktı. Bugün buna çok daha fazla ihtiyaç olduğu da ortada.
Peki bugün daha fazla karanlığa itilmişken neden harekete geçmiyoruz?
Cevap hiç de karmaşık değil. Direnişin bıraktığı en önemli şey insanların direnişin hemen ardından partilere gidip üye olması, örgütlenmesiydi. Bu hiçbir zaman unutulmamalı. Günler sonra Taksim’e girilebilmesi de çok büyük bir örgütlenme, kenetlenme ile gerçekleşti.
O yüzden hatırlanması gereken tek başına “direnişte ne güzeldik” değil yaşananlardan o dönem çıkardığımız dersler olmalı. İlk başa yazmamız gereken de örgütlenme zorunluluğu. Evet o dönemi yaşayan herkes için bu bir zorunluluk, ihtiyaç haline gelmişti. Önemli olan bu ihtiyacı karşılayabilmek. Bu kez daha örgütlü ve sınıfın gücüyle birleşerek yarınımızı kurtarmak için… Aydınlık Türkiye’yi bugünden kurmak için.