Denizlerin kavgası neydi?

Denizlerin kavgası neydi?

07-05-2022 10:09

Emperyalizme bağımlı bir memleketin çocukları olarak yurda baktıklarında yoksulluğu, emekçi çocuklarının kapanan okulları yerine açılan özel okulları, çiftçinin satamadığı buğdayını, işçinin el konulan emeğini, çocukların yiyemediği şekeri görürlerdi ve bunların nedenini de…

Gülin Kara

“Geçtiğimiz o ilk nehirlerden beri
suyun ayakları olmuştur ayaklarımız
ellerimiz, taşın ve toprağın elleri.
yağmura susamış sabahlarda çoğalırdık
törenlerle dikilirdik burçlarınıza.
türküler söylerdik hep aynı telden
aynı sesten, aynı yürekten”*

Tüm dünyada sistemin ideolojik ve siyasi krizlerinin derinleştiği bir dönemde, toplumun en dinamik kesimi olan gençlikle sermaye düzeni arasında var olan açı her yerde büyürken, Türkiye’deyse bir kopuşu getirmişti. Bugün hala gelişen ideolojik araçlarına rağmen sermaye düzeninin gençliği tam anlamıyla kapsayamıyor oluşu ve 68’i unutturamayışı elbette başka yazıların konusu olmaya devam edecektir. 6 Mayıs’ın 50. yılında yazılan bu yazının tartışmaya kapı aralayacağı konu bugünün Türkiye’sinde ihtiyaç duyulan “yeni kuşağın” yolunu nasıl belirleyeceğidir. Bu da bizlere 68’i rehber olarak göstermekle beraber onu aşma görevini de getirmektedir. Bunun içinse önce Denizlerin mücadelesini ve bugüne bıraktıklarını anlamak gerekir.

Türkiye’de 68, okumuş insanın emekçi halka karşı sorumluluğuyla ayağa kalkan bir kuşağın hikayesiydi. Emperyalist saldırganlığın hız kazandığı ancak yine de direnen halklara diz çöktüremediği, kapitalizmin tüm aç gözlülüğünü sergilemeye hazırlandığı bir dönemin eşiğinde sınıfın direnciyle karşılaştığı, sermaye diktatörlüklerinin karşılaştıkları basıncın korkusuyla daha da otoriter biçimlere büründüğü yıllarda adım atmışlardı gençliğe ve üniversiteye. Bizler gibi yarından bir şeyler bekler, o günlerin ihtiyaçlarına bile yanıt bulamazlar; hayalleri sermaye düzeninin duvarlarına toslayacağı halde onu aşıp geçerdi.

Sovyetler Birliği’nin uzaya ilk insanı gönderdiği, Küba’da sosyalizm mücadelesinin zaferini ilan ettiği, emperyalizmin kanlı postallarına karşı her yanda direnişlerin baş gösterdiği bu dönem hızlı ve kırılmalarla anılacak bir dönemdi. Dünyada sosyalizm yükselirken, ülkemizde yıllarca kovuşturma ve yasaklamalarla geri çektirilen sosyalist hareketse eksiği ve fazlasıyla bir ileri çıkışa hazırlanıyor, şiirleriyle, şarkılarıyla, siyasetiyle memlekette karşılık buluyordu. Henüz bilimin ve toplumcu değerlerin tasfiye edilemediği üniversitelerde memleket sorunları tartışılıyor, yanıtlarsa elbette ileri olanda, “solda” bulunuyordu.

Emperyalizme bağımlı bir memleketin çocukları olarak yurda baktıklarında yoksulluğu, emekçi çocuklarının kapanan okulları yerine açılan özel okulları, çiftçinin satamadığı buğdayını, işçinin el konulan emeğini, çocukların yiyemediği şekeri görürlerdi ve bunların nedenini de… Bir kuşağı devrimcileştiren şey de işte bu “neden”di.
Aradan geçen yıllarda nesnellik adına dünyada ve bu topraklarda “neden” hariç pek çok şey değişti. 68’den bu yana kaç kuşak geçtiyse biz dahil, her biri farklı nesnelliğe doğdu. Ancak Denizlerin adını memleketin yüz akı olarak tarihe yazdıran tek başına doğdukları nesnellik değil, ortaya koydukları iradeydi. Elbette memleketten belirleniyor fakat farklı olarak memleketin bugünü ve yarınını belirlemeye soyunuyorlardı.

Ne “çiçek çocuklardan” ne de ne istediğini bilmeyen serüvencilerden değildiler. Memleketin en iyi üniversitelerinde en iyi bölümlerde okuyorlardı. Okulu bitirip fakültelerden mezun olduklarında “diplomalarını mor binlikler getiren birer senet gibi kullanabilirlerdi”. Bu yüzden ortaya koydukları “bilinçli” özveriyle seçtikleri yol, onurlu bir yaşamdı.
“Neden” değişmediği müddetçe sorunlar da değişmiyordu. Öğrenciler yurt, derslik ve kütüphane bulamıyor, emekçiler ay sonunu getiremiyordu. Denizler sorunların karşısına, sistemi makul gösterecek bir alt limit talebiyle ya da yoksulluk karşısında şu kadar zam diyerek çıkmamıştı. Halkların canını okuyan, ülkemizi de bir ahtapot gibi saran emperyalizmin kendisine de onun taşeronluğuna özenenlerin de her vakit karşısında durmuşlardı. Vietnam Kasabı Kommer’in arabasını ODTÜ’de ters çevirip yakan da “Amerika’nın sınırları Kars’tan başlar.” diyenlere Amerikan 6. Filosunu Dolmabahçe’de denize dökerek yanıt verenler de onlardı.

Çareyi toplumun kurtuluşunda gören; bunu da “Tam bağımsız ve sosyalist bir Türkiye’de” bulan Denizlerin kavgası, gençliğin ve üniversitenin mayasına devrimci ve baş eğmez bir geleneği çalmıştı. Memleket bu yüzden gençlik deyince, üniversite deyince çok şeyler beklerdi, hala bekliyor…

Üniversite eylemleri, yürüyüşler, grevler birbirine karışırken ve Türkiye’de sosyalist hareket daha büyük bir derlenişe doğru giderken sermaye düzeni ve aktörleriyse hükümetiyle, yargısıyla, ordusuyla, Fethullah Gülen’in başını çektiği Komünizmle Mücadele Dernekleri’yle bu “çalkantılı” dönemi kendi lehine bitirmeye çalışıyordu. Sermaye düzeninin bu süreçte asıl korkusuysa Denizlerin temsil ettiği değerlerdi.

20’li yaşlarının başında, inandıkları değerler ve kavgasını verdikleri Sosyalist Türkiye uğruna “en önce ipi göğüsleyenler”den**, gençliğe kalacak mirası hesap edemezlerdi çünkü yarınsızdılar; dolarlarından, yat ve katlarından başka miras bırakacak bir şeyleri yoktu.

50. yılında Denizlerin kavgasını bir kez daha anlatmak bizim için bir zorunluluktu çünkü bizi kimse bizden iyi anlatamazdı. Gençliğin karşısındaki bir başka zorunluluksa Denizlerin kavgasını sürdürme ve daha da ötesinde başladığı işi bitirme iradesinin ortaya koyulmasıdır.

*Adnan Yücel, Yeryüzü Aşkın Yüzü Oluncaya Dek
**Can Yücel, Bizim Deniz