SEVDA AYDIN BÜYÜK
Ben de birçok çocuk gibi büyüyünce ne olacaksın sorusuna, doktor olacağım diye cevap verirdim, ta ki astronotları tanıyıncaya kadar. Astronotları tanıdıktan sonra cevabım değişti ama herkeste sanki ertesi gün astronot olup uzaya çıkacakmışım gibi bir panik oluştu. Astronot olmamam için seferber olan sevdiklerimi kırmayıp astronotluğu, olmak istediğim bir meslek olarak değil de en büyük hayalim olarak dile getirdim. Böylece herkes bir rahatladı. Yeniden doktor olmaya karar vermiştim, ne de olsa ilk göz ağrımdı bu meslek. Hastaları, özellikle çocuk hastaları iyileştirip sağlığına kavuşturma fikri harikulade geliyordu. Hatta zamanla artık tıp fakültesi dışında bir tercih bile düşünemez olmuştum. Kendimi hep o beyaz önlüğün içinde hasta muayene ederken hayal ediyordum. Bu kadar koşullanma ve stres psikolojimi bozmuş, beni dershane deneme sınavlarında gösterdiğim başarıyı gerçek sınavlarda gösteremez hale getirmişti. Ve aynı yıl tüm bunların üzerine doktor olmamı en çok isteyen insanı, babamı kanserden kaybederek hayatımın en unutulmaz acısını da yaşamıştım. Yine de söz verdim kendime, bu sefer strese kapılmayıp kazanacaktım tıp fakültesini. Bunu yapmalıydım, babam için… Fakat kendimde sınava bir daha hazırlanacak gücü görmediğimden başka bölümleri de eklemiştim tercihlerim arasına. Bunlardan biri de “Hemşirelik” idi.
Tıp fakültesini kazanmakta kararlıydım ama üniversite sınavı benim babasız geçireceğim ilk babalar gününe denk gelmiş ve ben bu yükü kaldıramamıştım. Annemin “Çok hastasın geri dönelim” sözlerine aldırmadan bulanan midem, dönen başım, şişen gözlerim, dermansız kalan elim, ayağım ve yerinden çıkacakmış gibi atan kalbimle sınav salonundaydım. “Çok kötü görünüyorsunuz, isterseniz çıkıp hastaneye gidin” diyen gözetmenleri de dinlemeyip kâbustan uyanmaya çalışan bir insan gibi çırpına çırpına bitirdim o sınavı. Çıktığımda hıçkırıklara boğulmuştum hem sözümü tutamadığım için, hem o gün mezarlığa babama gidemediğim için. İşte o günün bana hediyesidir hemşirelik. Hayata ve mesleğe bakış açımı tamamen değiştirip geliştiren bir hediye. En azından sağlıkla ilgili bir alan ve yine hastanelerde çalışabilirim diyerek kabul ettiğim bir bölüm.
Bu bölüm, hemşireliğin en azından bunu yaparım diye yapılabilecek bir iş olmadığını, yalnızca tansiyon ölçmek, enjeksiyon yapmak, kan almaktan da ibaret olmadığını, insanın ana rahmine düştüğü andan son nefesini verdiği an dahil sağlıkla ilgili tüm anları hakkında bilgi, beceri ve sorumluluk sahibi olmak olduğunu öğreterek mezun edecekti beni. Toplumun hemşireliğe bakışında yaşanan tüm sıkıntılara rağmen, hemşireliğin doktor yardımcılığı değil, apayrı bir meslek olduğunu da öğretecekti bana mezun olmadan.
Mezun olduğumda ise bu öğrendiklerimi tüm dünyaya anlatacak güçte hissediyordum kendimi. Bir de heyecanlı, meraklı, hevesli ve teorik olarak donanımlı. Pratik olarak ise oldukça eksiktim. Bu nedenle göreve başladığım ilk hastanede “Hangi birimde çalışmak istersiniz?” sorusuna “Yoğun bakım” diye cevap vermiştim. Biliyordum ki hem pratik hem teorik gelişimimi artırabilmek için en doğru yer yoğun bakım üniteleriydi. Dahiliye yoğun bakımla başladığım mesleğe altı ay sonra il değiştirerek beyin cerrahi, koroner yoğun bakım ve karma servisle devam etmiştim. Meslek hayatımın yedinci yılında ise artık enfeksiyon kontrol hemşiresiydim. O zamana kadar yetişkin ünitelerinde çalışmış, stajyerlik dönemi dışında çocuk kliniklerinde hiç görev almamıştım. Hastanenin en yoğun ünitelerinde çok zor koşullarda çalışmış biri olarak o zamana kadar çocuk kliniklerinde görevlendirilmemiş olmamı bir şans olarak gördüm hep. Çünkü çocukluk hayallerimdeki gibi değildi gerçekler. Benim hayalimdeki çocuk hastaların hepsi muayene için gelen hastalardı. Ben çocukken çocukların hastanede yatabileceğini bile düşünmezdim. Hele ölebilecekleri aklımın ucundan bile geçmezdi. Biraz büyüdüğümde genç bir yakınım lösemiden öldüğünde tanışmıştım acı gerçekle. Sonrasında hem hastanede hem sosyal yaşamda karşılaşacağım nice genç, çocuk hatta bebek ölümleriyle bu acı gerçek pekişecekti hayatımda. Bu karşılaşmaların psikolojik yükü bazen çok ağır gelecekti. İşte bu nedenle iyi ki çocuk hemşiresi olmamışım der çocuk bölümünde çalışan meslektaşlarıma gıpta ve ayrı bir saygıyla bakarım her zaman. Bu hissettiklerimin bir hemşire eğitim aldığı her alanda çalışabilir düşüncesine ters düştüğünü bile bile.
Ama artık enfeksiyon kontrol hemşiresiydim ve yenidoğan yoğun bakımdan, çocuk kliniklerine kadar tüm hastaneye hakim olmam gerekiyordu. Üç kişilik ekibimizde herkes her alandan sorumlu olsa da hastanenin büyüklüğünden kaynaklı her birimizin günlük ziyaretlerinden sorumlu olduğu yoğun bakımlar ayrıydı. Benim sorumluluk alanımda olanlar erişkin yoğun bakım üniteleri idi. Mesleğin onbirinci yılına kadar bu böyle devam etti. Annelikte birinci, meslekte onbirinci yıla geldiğimde hastanemizde çocuk hastalıkları yoğun bakım ünitesi açılmış ve bu ünitenin enfeksiyon kontrolünden ben sorumlu olmuştum. Bu üniteyi günlük olarak ziyaret edecek, hastaları da hastane enfeksiyonu açısından değerlendirecektim. İlk hissettiğim duygu korkuydu. Orada yaşanacakların ağırlığına dair bir korku. Geçmişten beri bende olan ama anne olmanın biraz daha artırdığı bir korku.
Korkarak, üzülerek başladığım günlük ziyaretlerde o kadar anı biriktirdim, o kadar acıya şahit oldum ki… Şahit olmak bile bu kadar zorken içinde olmak kim bilir ne kadar dayanılmaz, ne kadar can yakıcı diye düşünüyorum. Umutla evladından bir yaşam belirtisi, bir gülücük, bir parmak kıpırdaması, bir bakış bekleyen yüzlerce anne baba gördüm orada. Ağlamaktan, uykusuzluktan, çaresizlikten ışığı sönen gözler de gördüm, “çocuğunuzun yoğun bakım ihtiyacı kalmadı” sözünü duyduktan sonra ışık saçan gözler de. İşte o gözlerdi mesleği de yoğun bakımı da dayanılır kılan, güzel kılan, anlamlı kılan. O gözleri unutmadım ama asıl o gözlerdeki hüznün de mutluluğun da sebebi olan çocuklar silinmedi hiç hafızamdan.
O çocuklardan biriydi Mehmet. Bir yaz günüydü onu ilk gördüğüm gün. Mehmet’i gördüğüm daha o ilk anda anlamıştım bende derin bir iz bırakacağını. Mehmet genel durumda bozulma nedeniyle yoğun bakıma kabul edilen sekiz yaşında bir lösemi hastasıydı. Yoğun bakım ünitesine gelmeden önce epey badire atlattığı yüzündeki o yorgun ifadeden anlaşılabiliyordu. İlk bakışta dökülen saçları nedeniyle ortaya çıkan o kocaman gözleri dikkat çekiyordu. Sonra da eriyen bedeninde şişmiş bir top gibi görünen karnı. Bilinci açıktı ama konuşmaya mecali yoktu. Uygulanan tedavi ve girişimler adeta bir olgunluk katmış, yaşlandırmıştı onun çocuk yüzünü. Zamanla anlayacaktım ki sadece yüzünü değil tavırlarını da etkilemişti bu durum. Öyle ki can acıtan işlemlerde bile bazen tepki vermeden işlemin bitmesini beklerken görürdüm onu. ‘Yaşadıklarımın yanında bu ne ki?’ der gibiydi. Çocuklarda görmeye alışık olduğumuz o mızmızlanma, şımarma, söylenme halinden eser yoktu onda. Günlük ziyaretlerimde onunla mutlaka konuşur, gülümsemesini umut ederdim ama o bana hep kısık bir sesle ve vakur bir tavırla kısa cümleler kurarak cevap verirdi. İnsanın, hele de sekiz yaşındaki bir çocuğun çocuk yanını kaybetmesi, insanın bir yanı hep çocuk kalmalı diye düşünen bana, haksızlık gibi gelmişti. Yine de bilincinin açık olması, hastalığının seyrini öngörmeme rağmen içimi hep umutla doldurdu. Ta ki onu solunum destek makinesine bağlı gördüğüm o ana kadar. O an birden umudum kırılmış Mehmet makineden bir daha ayrılamayacakmış gibi hissetmiştim. Ama öyle olmayacaktı. Mehmet yattığı süre boyunca o makineden defalarca ayrılacak ne yazık ki defalarca yeniden bağlanacaktı. Her ayrılışında yaşadığım sevince, her bağlanmasında yaşadığım derin hayal kırıklığı eşlik edecekti. Günler, aylar böyle geçip gidecekti…
Geçip giden günlerde Mehmet’in annesi ve babasıyla da tanışma fırsatım oldu. İkisi de o kadar dayanıklı, o kadar metanetliydi ki sanki yıkılmaz birer çınar ağacı gibi duruyorlardı evlatlarının yanında. Öylesine güçlüydüler işte. Bu, her anne baba da gördüğüm bir durum değildi. Birçok anne babayı ağlarken görmüştüm burada ama onları hiç ağlarken görmedim. Belli ki içlerine akıyordu gözyaşları. Adeta yarın Mehmet kalkacak ve el ele tutuşup evlerine geri döneceklermiş gibi bir halleri vardı. Çocuklarına karşı çok ilgiliydiler. Mehmet’in yanında oldukları süre içerisinde bazen ona kitap okur, bazen onunla sohbet eder bazen de beraber tabletten çizgi film izlerlerdi. Daha doğrusu Mehmet beraber izlediklerini düşünürdü. Oysa onlar çizgi filmi değil de daha çok Mehmet’i izlerlerdi. Dışarıdan bakan birinin bunu görmemesi imkânsızdı.
Bir gün Mehmet’i gözlük takmış tabletten tek başına çizgi film izlerken gördüm. “Gözlüklerle çok havalı olmuşsun Mehmet’ciğim. Ne izliyorsun ben de bakabilir miyim?” diye sohbet etmeye başladım. O sırada annesi gülümseyerek yaklaştı yanıma ve telefonunu açarak, belli ki bir gezme sırasında çekilen fotoğrafını gösterdi oğlunun. “Hemşire hanım oğluma çok yakışır gözlük. Bak bu fotoğraf da hasta olmadan önceki hali.” dedi, oğluyla gurur duyan bir edayla. Fotoğraftaki Mehmet’le o an karşımda yatan Mehmet arasında ne kadar çok fark vardı. Fotoğraftaki Mehmet’in gözlerinde mutluluk, gözlerinde çocuk bakışlar, gözlerinde sevinç vardı. Fotoğraftaki Mehmet giyinikti; al aldı yanakları ve dökülmemişti saçları. Fotoğraftaki Mehmet ne kadar renkliyse karşımdaki Mehmet o kadar siyah beyazdı sanki.
Bunlar geçerken aklımdan, “Mehmet sen hasta olmadan önce de çok havalıymışsın; hiç eksiklik yok havandan canım” cümlesi döküldü dudaklarımdan. Mehmet çizgi filme daldığı için pek umursamadı ama annesi Mehmet’in sağlıklıyken çekilen fotoğraflarını göstermeye devam ederek sanki o güzel günlere dönmüş, o anı yeniden yaşıyordu. Ben de dahil oldum o ana ve birlikte şımarttık fotoğraflara bakıp bakıp Mehmet’i. Ama bu mutlu an uzun sürmedi, kısa bir süre sonra Mehmet yeniden makineye bağlandı. Zamanla bağırsaklarında da problem gelişmiş bu nedenle birkaç operasyon geçirmişti. Makineden ayrı kaldığı süre artık giderek kısalıyordu.
Yaz bitmiş sonbahar gelmişti. Ardı ardına gelen operasyonlar onu çok yormuş ve uzun süre ağızdan beslenememesine neden olmuştu. Ameliyat için aç bırakıldığı bir gün içeri girdiğimde Mehmet’i isyan ederken buldum. Bu sefer babası yanındaydı. O olgun, vakur duruşlu çocuğun çocuk yanı gelmişti sanki odaya. Onu ilk kez böyle görüyordum. Sanki içindeki çocuk uyanmıştı. “Lokum yemek istiyorum yoksa öldüreceğim kendimi!” diyordu.
Sonuçta o bir çocuktu. Geçirdiği ve geçireceği operasyonlar için aç kalması gerektiği umurunda bile değildi. Usulca yanına yaklaşıp, “Mehmet’çiğim seni şu anda damardan besliyorlar biraz sabret her şey güzel olacak. Sen güçlü bir çocuksun sonra tabii ki yiyeceksin lokumları,” dedim. Aslında ben akıl vermeyi sevmem; küçücük bir çocuktan bu kadar güçlü olmasını da bekleyemem. Ama öyle çaresiz hissettim ki kendimi; sanki dünyanın bütün kelimeleri çuvala girdi de kendimin de pek inanmadığı bu iki çift laf dökülebildi dudaklarımdan. Oysaki sadece ona sarılıp ağlamak geliyordu içimden. Ama bunu yapamayacağımdan sadece bu iki çift laf çıkmıştı ağzımdan. Ben bu iki çift sözümü söylerken babası da “Artık rüyasında yemek gördüğünü söylüyor hemşire hanım” dedi usulca. Diyecek bir şey kalmamıştı. Yavaş yavaş uzaklaşmaya başladım odadan. Artık ne söylesem anlamsızdı. Mehmet hâlâ ağlıyordu “Lokum yemek istiyorum yoksa öldüreceğim kendimi,” diye diye. “Buradan çıkmak için ağlamaman gerekir Mehmet,” diyen babası da pes etmişti. “Ağla oğlum ağla; buradan çıkar çıkmaz lokum yiyeceğiz ama şimdi ağla, rahatla,” diyordu. Gözüme yaş, boğazıma yumru, yüreğime taş oturmuştu sanki adımlarımı hızlandırırken. Dışarı çıkıp derin bir nefes almak istedim ama pek mümkün olmadı…
Yaşadığım bu ana kadar “lokum denilince aklına ne geliyor?” diye sorulsa ilk cevabım çocukken yediğim bisküvi arası lokum olurdu. Benim için bir çokomel, renkli puf, şeker horozu, leblebi tozu değildi belki ama yine de çocukluğumun unutulmaz tatlarından biriydi. Lokumu kasadan, bisküvisi kutudan ayrı ayrı kese kâğıdına konularak satılır, güllü veya sade lokumlar pötibör bisküvinin arasına yerleştirilip afiyetle yenirdi. Yanında bir de gazoz varsa keyfimize diyecek yoktu o zamanlar. Hele de bisküvileri kırmadan, üstümüzü lokum tozuna bulamadan yemeyi başarmışsak bizden iyisi yoktu. Başka ne gelir aklına denilse, mevlitlerde dağıtılan lokumlar, köyümüzde kız istemeye gidilirken götürülen kasa kasa lokumlar, şehirlerarası yolculuklar sırasında gördüğüm rengârenk lokumlar ve Türk kahvesinin yanında ikram edilen lokumlar derdim. Yaşadığım bu andan sonra lokum denildiğinde aklıma sadece Mehmet geliyor. Ne zaman lokum görsem onun feryatları çınlıyor kulaklarımda. Sadece onun feryatları.
Bundan sonra her gidişimde ağızdan beslenmeye başlayıp başlamadığına ayrıca dikkat eder oldum. Bir başlasın ona en güzel lokumlardan alacak kendi ellerimle yedirecektim. Ama çok kısa bir süre sonra yeniden makineye bağlanmıştı; bir daha toprağa verilene kadar ayrılmamak üzere. Üstelik hâlâ metanetli dursa da bu sefer annesi de farkındaydı durumun. Onun yüzüne baktığımda Nazım Hikmet Ran’ın bir şiiri gelmişti aklıma:
Nasıl etmeli de ağlayabilmeli
farkına bile varmadan?
Nasıl etmeli de ağlayabilmeli
ayıpsız,
aşikare,
yağmur misali?
Neylersin alışkanlık
için kan ağlarken yüzün güler
dikilitaş gibi dinelirsin yine.
Yavrum, erişmek ne müşkülmüş meğer,
anneler gibi ağlamanın yiğitliğine?
Dışarıdan bakıldığında ağlamıyor görülse de ben görebiliyordum evladının yanında dikilitaş gibi duran bu kadının “anneler gibi” ağladığını. Çocuklarım etkilenmesin diye içi kan ağlarken yüzü gülen annemden, hastalarım etkilenmesin diye “anneler gibi ağlamanın yiğitliğine erişmiş” meslektaşlarımdan, evladını kaybetmiş ama ayakta durmaya çalışan nice annelerden biliyordum bunu. Ve tabi ki kendimden. “Neylersin alışkanlık, için kan ağlarken yüzün güler…”
Bu şiirin aklımdan geçtiği gün, meğer Mehmet’i de annesini de gördüğüm son günmüş. Ertesi gün yoğun bakıma gittiğimde Mehmet’in yatağı boştu. Hemşireler hastalarının yanındaydı onlara sormak istemedim, kara kaplı protokol defterini açıp baktım, Mehmet’in karşısında exitus yazıyordu. Gitmişti artık işte Mehmet. O daha çocuktu ama… Sekiz yaşında kalmıştı hayalleri. Çocuk ile hayal, çocuk ile lokum, çocuk ile oyun, çocuk ile yaramazlık, çocuk ile yan yana söylenebilecek binlerce güzel kelime dururken çocuk ile yoğun bakım, çocuk ile aç kalmak, çocuk ile ölüm kelimeleri nasıl da acımasızca yan yana gelmişti onun sekiz yıllık hayatında.
Mevsimlerden sonbahardı; hüznün mevsimi… Gökyüzü gri, kasvetli ve yağmurluydu o gün. Yaprak dökümü mevsiminde tazecik bir yaprak daha düşmüştü toprağa. Aklıma ilk gelen Mehmet’in yiyemediği lokumlar olmuştu. Çocukken astronot olmaktı ya en büyük hayalim artık değişmişti. En büyük hayalim; maden ocağına inmek, müzisyen olmak, tiyatrocu olmak, ses sanatçısı olmak gibi hayallerimden biri de değildi. Artık en büyük hayalim, çocukların ama tüm çocukların mutlu, sağlıklı, barış içinde yaşadıkları bir dünya olmuştu. İlgisiz, sevgisiz, oyunsuz, aç kalmadıkları bir dünya. Lokum da yiyebildikleri bir dünya…
ABD'li Senatör Lindsey Graham, Uluslararası Ceza Mahkemesinin (UCM) İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ve eski Savunma…
Kadına yönelik şiddeti tek başına biyolojik bir mesele olarak erkek saldırganlığıyla açıklamak en hafif tabirle…
Bu düzen çürümüştür. Şimdi bu çürümüş düzeni yeni anayasa ile tescillemek istiyorlar. Medeni kanunu tartışmaya…
Yenidoğan davası, duruşmanın altıncı gününde devam ediyor. Örgüt lideri olmakla suçlanan Dr. Fırat Sarı savunma…
NNA’daki habere göre “Kurtarma ekipleri, düşman savaş uçaklarının bir konut binasını hedef aldığı ve çok…
Türkiye Komünist Hareketi Tunceli İl Örgütü ,Tunceli ve Ovacık belediyelerine kayyum atanması üzerine bir açıklama…