Siyasetçi–seçmen diyaloğu
Ülkenin insancıl bir toplumsal yapıya ulaştırılması isteniyorsa, irdelemeye üst-yapıdan ve kurumlardan değil, alt-yapıdan ve örgütlenmelerden başlamak gerekmektedir.
Siyasilerin söylemlerine karşın, seçmenlerin çeşitli medya aracılığı ile yansıttıklarının kamuoyu görüntüleri ve belirli aralıklarla yapılan siyasi tercihler kümesi siyasetçi ile seçmenin diyaloglarını oluşturur. Burjuva demokratik toplumlarında söz konusu diyalogda taraflar oldukça özgür ve eşite yakın haklara sahip gibi görülerek, karşılıklı güç dengesinin kurulduğu sonucuna ulaşılır. Diğer bir deyişle, başta adalet sistemi olmak üzere, yüksek eğitim kurumlarının ve medyanın özgür olduğu ve siyasi kadronun anayasalarda belirlenmiş yasa ve kurallara uygun davrandığı koşullarda tarafların dengeli olduğu ve makul bir siyasetçi-seçmen diyaloğunun kurulabildiği düşünülür. Bunun adına da burjuva demokrasisi denir. Bunların olmadığı durumlarda ise halk ile devlet eşit durumda değildir, despotik bir ilişki söz konusudur. Ancak, buraya biraz dikkat etmeliyi; acaba burada despotlaşan gerçekten devlet midir, yoksa şekilsel olarak devlet aygıtının despotlaşma görüntüsü arkasında başka bir doku mu vardır?
Hatırlanacağı üzere, özelleştirme furyasının başlatıldığı dönemlerde geliştirilen siyasi gerekçelerden biri de kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi yoluyla devletin aşırı gücünün törpülenerek, özel kesim ve halk karşısında devleti eşit düzeye getirmek idi. Böyle bir gerekçe, seçmen ile siyasi otorite arasında dengeli ilişki kurma mantığına dayandırıldığı sürece kabul edilebilir, ancak gerçek durum bu olmadığı gibi, gerçek gerekçe de bu değildi. Özelleştirmelerde örtülü gerekçe, yeni kaynak ve piyasa oluşturarak sermayeyi halk ve devlet karşısında güçlü kılmaktı. Bu süreç devleti sermayenin etkisi altına alarak halka karşı konumlandırıyordu. Kısacası devlet zayıflatılınca, halk sermaye ile karşı karşıya kalıyordu. Nitekim, kaldı da! Bugünkü ani ve hızlı çöküş, asgarî ücretin acıklı durumu böylesi hakimiyetin göstergeleridir.
Görülüyor ki, seçmen – siyasetçi diyaloğu sermaye, hatta dış güçler devreye alınmadan irdelenemez. Bunun anlamı şudur ki, burjuva demokrasisinin örtülü amacı, sermayenin ve/veya emperyalistin emrindeki siyasete halkın göstermelik oylarıyla meşruiyet kazandırılmasıdır. Kısacası, burjuva demokrasisinde görece başat unsur iç ve dış sömürücü sermaye, bunun karşısında halk köle, efendi ile köle arasında aracı örgüt ise devlet ve onu temsil eden hükümettir. Meseleyi kabaca böyle koyduğumuzda günümüzde yükselen despotizm karşısında çözülen ve çökertilen parlamento yaklaşımı rahatlıkla anlaşılabilmektedir. Zira, sandık-demokrasisi anlayışıyla halk tüm işleyişi meşrulaştırıcı görevde olduğuna göre, halkı temsil ettiği düşünülen parlamentonun da, işlevsizleştirilmesi doğaldır. Bu kutsal görev(!) karşılığında gerek siyasi liderler gerek parlamenterler tüm yaşamlarıyla garanti altına alınır ve yaptıkları hizmetkarlık görevi görünüşte kutsanır ve sömürülen halk kesimleri nezdinde meşrulaştırılır. İşin özü şudur ki, sahnelenen tuluatta görüntülerin eleştirisi meselenin esasına inmeye yetmemektedir. Kısacası, bugün aksayan parlamenter sistem ve adalet yapısı düzeltilse de (olabilir mi!) fazla bir şey değişmeyecektir, çünkü o gördüğümüz ve işleyişinden şikayetçi olduğumuz dokular gerçek olmayıp, gerçeğin görüntüleri, aynen Platon’un mağara anlatısında olduğu gibi, arkadaki gerçeğin salt uzantıları ya da çarpık izdüşümleridir. İşte bu nedendir ki, sağ cephede kurulmuş iki ittifak da gerçek hedefe kilitlenmemiştir, kilitlenemezdi de! Yine aynı nedenledir ki, AKP’nin içinden gelmiş kişiler ve Yenikapı aldatmacasına destek veren muhalefet de farklı yolda değildir. Seçim olacak mı, olmayacak mı ya da bu aralarda neler olacak meselesi bir yana, bu iktidar değişse de, sahnedeki ikamesi ile öz değil, oyuncular değişmiş olacaktır. Bu kaygan zeminde, üniversiteden ihraç edilenler iade edilebilir, anlamsız mahkumiyetler kaldırılabilir vs. Belki bazı mahkum affı da dahil, bu yüzeysel gülücükler seçim mezesi olarak varolan iktidar tarafından Cumhuriyet’in yüzüncü yılı armağanı olarak halka yedirilebilir. Yiyenin olduğu piyasada her mal satılabilir. Seçim mezesine giren böylesi işlemler burjuva siyaset bilimi kitaplarında ise büyük bilimsel yorumlar ya da olağanüstü süreçler olarak ballandırılarak anlatılır. Bu da, kapitalizmin koruyucu muhafazası görevi ile yükümlü anlı şanlı bilimsel yapısı ve anlayışıdır.
Meselelere böylesi kuşbakışı sonrasında biraz da yazının amacına gelirsem, demem o ki, Türkiye’nin yaşadığı sorun, yüzeysel şekilsel yapılanmada değil, özdedir. Sorunun çözümü, yüzeysel parlamenter sistemin ufak değişikliklerle yenilenmesinde değil, parlamentonun nasıl kurulacağındadır; yargıda yapılabilecek yönetsel değişikliklerde değil, sermaye ve emperyalizm hakimiyetinin toplumdan kaldırılmasındadır. Kısacası, ülkenin insancıl bir toplumsal yapıya ulaştırılması isteniyorsa, irdelemeye üst-yapıdan ve kurumlardan değil, alt-yapıdan ve örgütlenmelerden başlamak gerekmektedir. Bu bağlamda, sermaye-devlet ilişkisi ve parlamento-halk ilişkisi, gerçek temsiliyet ve gerçek ekonomik demokrasi rayları döşenerek ülke sorunlarını ele almak ve tabandan örgütlenerek yürümek gerekmektedir.
Sosyalist bir program en radikal haliyle mülkiyet ilişkisine dokunur ve değiştirmeye çalışır. Mülkiyet ilişkisinin değiştiği durumda tüm yapılanmalar eskisinden çok farklı şekillenir. Ancak, stratejik açıdan yaygın halkın da rızasını oluşturabilecek ve nihaî hedefi açıcı olabilecek politikada çözümün ani radikalleşmede değil, ana arterin döşenmesinde görülmesi gerekir. Böyle bir stratejide programın işlevi nihai hedefe yönelik yolu döşemek, bu yol üzerinde yürümeyi ise, halkın enerjik güçlerine, emek sınıfına bırakmaktır.
Geçtiğimiz Cumartesi günkü Sol Meclis toplantısına, ailevi sebepten dolayı katılamamıştım. Sol yapılanmaların böylesi birlikteliği, tüm eksikliğe ve geleneksel uzlaşmazlığa rağmen ülkemiz için fevkalade olumludur ve güzel bir başlangıçtır. Özellikle emekçilerin büyük ilgi duymasının beklendiği böylesi girişimlerde tüm beklentilerin bir toplantıya bağlanması söz konusu olamaz. Tasarlanabilecek ekonomi ve yönetim programlarında önemli olanın yola girmek, asıl dinamik sürecin ise halk katmanlarından beklenmesinin gerçekçi ve demokratik olduğu kanaatindeyim. Kısacası, yukarıdan “değişim”le sürecin yollarını döşemek,”dönüşüm” sürecini ise halk dinamiğine bırakmanın tepkileri minimize etmek ve halk rızasının oluşumunu sağlamak açısından en optimal yol olduğunu düşünüyorum.