Tarımda emperyalist politikalar ile nereye?
29-06-2022 11:58Tarım politikaları denince akla ilk önce gıda ve açlık gelmesi normal. Peki bir tarım ülkesi olarak kendisini kodlayan Türkiye’nin geldiği nokta itibarı ile kıtlık çeken bir ülke olması normal mi?
Vedat Altan
Bugün dünyada açlık çeken insanların sayısı 821 milyon. Bu veriler Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün (FAO) verilerinin açıkladığı rakamlar içinden okuyoruz. Açlık çeken insanların 515 milyonunun Asya Kıtasında, 257 milyonunun Afrika Kıtasında, 39 milyonunun ise Latin Amerika ve Karayipler’de yaşadığı görülüyor. Doğu Afrika’da yer alan Kenya, Uganda, Somali, Cibuti, Etiyopya, Güney Sudan ve Birundi’de 24,3 milyon insan akut gıda ve geçim sıkıntısı ile karşı karşıyadır.
Somali ise bu örneklemenin sömürünün zirve noktasıdır. Bugün gerek Somali’de gerekse insanların yoğun olarak açlıkla mücadele ettiği ülkelerde yaşananlar “insan eliyle yaratılmış vahşi bir oyun”dur. Somali’de son 60 yılın en büyük kuraklığının yaşandığı belirtilse bile, açlığın gerçek nedeni, emperyalist metropollerin ekonomik örgütleri olan IMF ve Dünya Bankası’nın uyguladıkları sömürgecilik politikalarıdır.
ERKEN DÖNEM SÖMÜRGECİLİK
Bu dönem için en fazla dile getirilebilecek olan başlık tarım/hammaddenin sömürüsünün doğrudan aktarımı olarak karşımıza çıkıyor. Bu dönemi II. Paylaşım Savaşı öncesi olarak kodlamakta bir sakınca yok. Bu tarihten önce emperyalistler, doğrudan siyasi ve askeri denetim altında tuttuğu sömürgelerdeki tarım ürünlerini, hammaddeleri, madenleri yağmalayarak kendi ülkelerine aktarıyor ve aşırı kârlar sağlıyorlardı. Buna örnek vermek gerekecekse ABD şeker kamışını Küba’dan getiriyor, İngiltere pamuğu Hindistan’dan getiriyor, Brezilya ise orman ürünleri ve kahve ile tekel konumundaki ürünlerini yağmalatıyordu. Bu durum uluslararası kapitalist sistemde, tarım/hammadde (sömürge) bölgeleri ve sanayi bölgeleri biçiminde bir işbölümü yaratmıştı. Sömürgeler sanayileşme hamlesine gidemiyor, ileri kapitalist bir form kazanmak isteyen bu ülkeler hamle yapamıyorlardı.
Bağımsızlık mücadelelerinin reel sosyalizmin etkisi ve 2. Paylaşım savaşının kazanılması ile birlikte artışa geçtiği, sonuncunda da bağımsızlıklarını kazandığını görüyoruz. Bağımsızlığın merkezine koydukları ana ideolojik söylem ise sanayileşme ve gelişme olmuştur. Bağımsızlığını kazanan ülkeler artık daha fazla kendilerini sömürtmeyecek ve kapitalist hiyerarşide daha üst basamaklara çıkabileceklerini düşünürken yaşanan gelişmeler durumun hiçte öyle olmadığını gösterdi. Ortaya çıkan yeni işbölümü eski sömürgeleri göreli bir azgelişmişliğin ve teknolojik geri kalmışlığın içine hapsetti. Eski teknoloji transferi ile sanayileşmesinin önü kapatılırken tarımsal girdilerde ise bağımlılığı arıttır düzeye getirdi. Yeni işbölümü, sermaye yoğun verimli sektörlerin merkez ülkelerde gelişmesini; emek yoğun ve düşük verimli sanayilerin ise azgelişmiş zayıf halka ülkelere kaydırılmasını öngörüyordu. Bu işbölümünde belki de doğrudan yağma yoktu ama ticarette eşitsiz gelişim, sanayide ise çokuluslu şirketlerin kâr transferleri, azgelişmiş ülkelerdeki zenginliği alıp götürüyordu. Bu durum akabinde artan bir borç yükünü getiriyor, Emperyalist ülkelerin modası geçmiş ürün modellerine, teknolojilerine bağımlı olmak söz konusuydu. İç pazarda hâkim olan çokuluslu şirketler devlet/ordu ve yerli iş sermaye ile ortaklıklara giderek karar mekanizmalarını kendi lehlerine işletiyorlardı. Böylelikle politik bağımsızlığın içi ekonomik bağımlılıkla boşaltılıyordu.
DÜNYADAN ÖRNEKLER
Tarım politikalarını değiştirmenin ne gibi sonuçları olduğunu görmek için Dünyadaki örneklere bir göz atalım isterseniz;
İlk örneğimiz ise sonuçları en acı yaşandığı ülke olan ülke Arjantin ile başlayabiliriz. 90’ların sonunda girdiği krizden çıkmak için Arjantin’in oluşan borçlarını kapatması için tek çare ise GD soya fasulyesi yetiştirmekti. 1991’de 569 tarla GD(Genetiği Değiştirilmiş) mısır, ayçiçeği, pamuk, buğday ve özellikle soya ekimine ayrıldı. 1996’da Monsanto Arjantin’de Roundup Ready (RR) soya fasulyesi tohumlarının dağıtım lisansını aldı. Ve her şey bu lisans alma ile başladı. GD soya daha az insan gücü gerektirdiği bir gerçek. Sonuçları ise çoğu çiftçinin topraklarını terk etmek zorunda kalması idi. 2004’e gelindiğinde artık 14 milyon hektar GD soya ekiliydi. Arjantin’in tarımsal çeşitliliği de yok olmuş; 10 yıldan kısa bir sürede mısır, buğday ekili alanlar soya tarlalarına dönüşmüştü. Tohum saklama geleneği sona erdirilen çiftçiler, her yıl Monsanto’dan yeni tohum alırken satıştan da kar payı ya da vergi ödüyorlardı.
Soya dışında kendi gıdasını yetiştiremez durumda kalan Arjantin 2002’deki ekonomik krize de savunmasız yakalandı. Açlık başladı. Ayaklanmalarından korkan hükümet, Monsanto ve soya kullanan ünlü markalar bedava yiyecek dağıtmaya başladı. Arjantinliler artık taze meyve, et, süt yumurtadan oluşan beslenme biçimlerini soyaya teslim etmişti.
Bir diğer örnek ise Brezilya. Bu ülkede Pestisit kullanımı her yıl % 22 artmaktadır. Her ne kadar biyoteknoloji şirketleri yıl içindeki ot mücadelesinde Roundup herbisitini sadece bir kez uygulamak yeterlidir diyorlarsa da araştırma sonuçları toplam uygulama adet ve miktarının arttığını göstermektedir. ABD den örnek verilecek olunursa glifosfat kullanımı 1995 de 2,850 tondan 2000 yılında 18,960 tona çıkmıştır. Arjantin’de 2004 üretim sezonunda kullanılan Roundup miktarı tahmini 160 milyon litredir.
Meksika’nın mısır ithal edilmeyen Oaxaca Eyaleti’nde 150 çeşit mısır tamamen organik yetişiyordu. Fakat güçlü komşularının “serbest” ticaret anlaşmalarına direnemeyen Meksika, ABD’den mısır ithal etmeye başladı. 1994–2002 arasında Meksika mısırının fiyatı yüzde 44 düştü; küçük çiftçiler de topraklarını terk etti.
Hint tarımı, Dünya Bankası ve IMF reçeteleriyle DTÖ’nün çarkına sokuldu ve Hindistan’ın tohum sektörü Dünya Bankası’nın yapısal reformlarıyla dev şirketlere açıldı. Artık çiftçilerin hangi ürünleri yetiştireceğine onlar karar veriyorlar. Ülkenin GDO’lu pamuk yetiştirilen bölgelerinde, ipoteğini ödeyemeyen ve toprağını kaybedenlerin intiharları salgın boyutuna ulaştı. 1997-2007 arasında intihar eden çiftçilerin sayısı İçişleri Bakanlığı verilerine göre 182 bin 936. Bu politikaların sonuçlarının sadece bir kısmı
TÜRKİYE’DE TOHUMCULUK NEREYE?
2004 yılında “5042 Sayılı Islahatçı Hakları Kanunu” yasalaşmıştır. Bu Yasa ile emperyalist tohum şirketlerinin istekleri doğrultusunda Türkiye’nin onların pazarı durumuna getirilmesinin koşulları oluşturuldu. Tohum tekelleri, bu düzenleme ile Türkiye’deki küçük çiftçilerin kullandığı yerli tohumları alıp, patent ve fikri mülkiyet haklarına sahip olmayı amaçlamışlar ve tekel hakları güvence altına alınmıştır.
Ekim 2006 tarihinde 5553 Sayılı “Tohumculuk Kanunu” çıkartılmıştır. Bu Yasa ile küçük çiftçilerin kendi yerel tohumlarını satmaları yasaklanmıştır. Eğer, satmaya kalkarlarsa para cezasına çarptırılmalarına ilişkin hüküm getirilmiştir.
Türkiye, 18 Kasım 2007 tarihinde “Uluslararası Yeni Çeşitleri Koruma Birliği’ne (UPOV)” üye olmuştur. Bu üyelik ile emperyalist tohum şirketlerine tohumlar üzerinde endüstriyel patent ve tekel hakları tanınmış oldu.
3 Nisan 2012 tarihinde “Tohumculuk Hizmetlerinde Yetki Devri Yönetmeliği” çıkartılmıştır. Bu Yönetmelik ile piyasanın denetim yetkisi “Türkiye Tohumculuk Birliği”ne, dolayısıyla çok uluslu şirketlere ve onların yerli ortaklarına devredilmiştir.
2013 yılında Büyükşehir Belediyeleri Kanunu’nda yapılan değişiklik ile büyükşehir statüsü verilen illerde köy tüzel kişilikleri kaldırılarak köylülüğün ve küçük çiftçiliğin bitirilmesine neden olunmuş olup, emperyalist tohum tekellerinin lehine olanak sağlanmıştır.
19 Ekim 2018 tarihli Resmi Gazete’de “Yerel Çeşitlerin Kayıt Altına Alınması, Üretilmesi Ve Pazarlamasına Dair Yönetmelik” yayınlanmıştır. Yönetmelik ile yerel çeşitlerin yok edilmesine ilişkin son darbe vurularak, emperyalist tohum tekellerinin kısır tohumlarının desteklenmesine olanak sağlanmıştır.
Bu gibi örnekler tarım politikalarının ve sonuçlarının ne olacağına dair birçok veriyi bize sunmaktadır. Emperyalist tekellerde de orta vadede çizilen projeksiyonlarda gıda ve tohum krizi, buna bağlı düzensizlikler ile Dünyada bir kıtlık ve açlık tehlikesinin yaşanacağını çizmektedirler. Sosyalizmin bile şu sonuçlara baktığımızda ne kadar su ve hava kadar bir zorunlu ihtiyaç olduğunu anlamak için yeterlidir. Mücadelemiz hem Gıda ve tohum tekellerini yenecek hem de refah bir toplumun önündeki engelleri kaldıracaktır.