Bizim Yılmaz

Paris’teki Père Lachaise Mezarlığı’nda 39 yıldır bir adam yatıyor. O adam; memleket hasretiyle ölen, ülkesinin hak ettiği yere gelmesi için mücadele eden, ulusal sinemanın inşasında alın teri döken bir yurtsever, bir devrimci. O adam Yılmaz Güney. O adam bizim Yılmaz.

Bizim Yılmaz

Alev Doğan

Yılmaz Güney aramızdan ayrılalı bugün tam 39 yıl oluyor. Bu 39 yılda memlekette bir dizi şey değişti. AKP eliyle inşa edilen yeni rejim en çok kültürel anlamda ayakları üzerinde doğrulmayı becerememiş gibi gözüküyor. Çünkü ne bu maya tutuyor ne de gerekli kadro birikimleri var. Güney hayatta olsaydı bu gerici istibdat rejimini nasıl anlatırdı bilemiyoruz ama bu günlerin taşlarını döşeyen toplumsal koşulları onun büyük bir ustalıkla anlattığını biliyoruz. Sayısız örnek var önümüzde.

Ancak bu yazının konusu bugünün koşulları değil. Güney’in bir sinemacı olarak hakkını teslim etmek derdimiz.

Bugün uluslararası yarışmalarda, festivallerde Türk sinemacıların filmlerinin aldığı ödüllerde, topladığı övgülerde hiç kuşkusuz ulusal bir sinema yaratılmış olmasının, ulusal sinemanın inşasında da Güney’in çok ciddi bir payı var.

Kamerayı Yeşilçam melodramlarının çekildiği stüdyolardan çıkartıp sokağa taşıyan Güney kendisinden sonra gelen sinema anlayışına da damga vurmuş oldu. Artık sınıf uzlaşmacılığının değil burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki uzlaşmaz çelişkinin anlatıldığı hikayeler gösteriliyordu beyaz perdede. Kendisinden önceki ustalarından aldığı eli yükselterek eserlerinde toplumsal meseleleri işleyen bir hikâye anlatıcısı vardı sinema sektöründe ve adım adım ustalığa doğru seyrediyordu.

Güney yalnızca sinemayı ayakları üstünde doğrultmamış aynı zamanda bir auteur sinemacı olarak rüştünü ispat etmişti. Sıkça düşülen bir yanılgıdır auteur’u yalnızca özgün olmakla açıklamak. Özgün olmak, eserlerine kendi imzasını atmak auteur olmanın sac ayaklarından biridir ama yetmez. Auteur aynı zamanda ulusal ve evrensel değerlere sadık bir anlatıcı olmalıdır. Güney auteur olarak anılmak için tüm gerek şartları yerine getirmiştir.

GÜNEY’İN ANLATISININ HAMMADDESİ

“Sıradan” insanları anlatmıştır filmlerinde. Yoksulluğun, geçim derdinin, açlığın, sefaletin bıuldozer gibi ezdiği insanlardır onun hammaddesi. Onları kimliklere sıkıştırmamıştır. Ulusal soruna bakarken de böyledir bu. Örneğin Sürü filmi. Filmin Ankara’daki sahnelerinden birisinde geçen “Üç beş kişinin milyonları, milyarları var. Milyonlarca emekçinin çalıştığı nereye gidiyor, kim böyle kurmuş bu işi. Diyeceğim Baba, buranın zengini de oranın ağası da hepsi bir” diyaloğu Güney’in ulusal soruna bakışının özeti niteliğindedir.
On dokuz yıl hapse mahkûm edildiği tutukluluk döneminde bilerek “adi suçlular” ile kalmak istemiş ve Yol filminin senaryosunun yazımında, aylarca mahkumlar ile görüşmüştür. Suç kavramını bir sosyal olgu olarak etüt etmiş ve hikâye önce 36, sonra 11 son hali ile de 6 mahkûmun öyküsüne indirilirmiştir.

Örneğin Umut filminde arabacı Cabbar’ın çıkışsızlığını öyle doğru tasvir etmiştir ki karakterin define peşinde delirmesi hayatın olağan akışı içine yerleştirilse sırıtmayacak kadar gerçektir.

Suça itilen çocukların hikayesinin anlatıldığı Duvar’da yarattığı karakterler yanı başımızdaki örneklerden ayırt edilmeyecek cinstendir.

“SİNEMA TEK BAŞINA NE DEVRİM YAPAR NE DE DEMOKRASİ MÜCADELESİNİ ZAFERE ULAŞTIRIR”

Yol’un Cannes’da ödül almasından sonra Belçika televizyonuna verdiği röportajda Yol filminin çekildiği zamanlarda Türkiye’de şartların çok kötü olduğunu, sinemaların bombalandığını, sinemacıların tehdit edildiğini söyleyen Güney, sinemanın kendisi için “mücadelenin, direnmenin, başkaldırmanın aracı” olduğundan bahsederek, “Biz Türkiye’de demokrasi kurmaya çalışırken, bir yanıyla devlet temelindeki baskı güçlerine karşı savaşmalıyız, bir yanıyla da halkı eğitmeli, halka gerçek doğruların neler olduğunu göstermeliyiz” ifadelerine yer verecekti.

Güney, “Sinemanın tek başına ne devrim yapacağını ne de demokrasi mücadelesini zafere ulaştıracağını” vurgulayarak, röportajın devamında şunları ekleyecekti:

“Fakat onun çok önemli bir parçası olarak bir tartışma ortamı yaratır. Biz Yol filmi aracılığıyla iki baskıyı gösterdik. Feodal ahlakın ve değer yargılarının hala yaşadığı bir ülkede bizzat o anlayıştan gelen baskılar, ikincisi ise resmi devlet baskısı. Bu asıl anlatılmak istenen iki düşman, iki hedef. Yani kapitalizme dayanan burjuva devletin baskısı ile hala halkın içinde bulunduğu ahlak anlayışının, değer yargılarının geleneklerin getirdiği ikili baskı. Bunlar bir elmanın iki yarısı gibi birbirini tamamlıyor.”

GÜNEY’İN UKDESİ

Yılmaz Güney’in en büyük hayallerinden birinin İzmir’de işgalciye ilk kurşunu atan sosyalist gazeteci Hasan Tahsin’i canlandırmak olduğu pek kimselerce bilinmiyor. Film için araştırmalara başlasa da Fransa’da sürgüne gitmesi onun bu hayalini rafa kaldırmasına neden olmuş.
Fransa’da yaşadığı sürecin zorluğunun en önemli nedeninin memleket hasreti olduğunu sanıyoruz vatandaşlıktan çıkartıldığını öğrendiğinde hüngür hüngür ağlamasından anlayabiliriz.

SONUÇ YERİNE

Paris’teki Père Lachaise Mezarlığı’nda 39 yıldır bir adam yatıyor. O adam; memleket hasretiyle ölen, ülkesinin hak ettiği yere gelmesi için mücadele eden, ulusal sinemanın inşasında alın teri döken bir yurtsever, bir devrimci. O adam Yılmaz Güney. O adam bizim Yılmaz.