Deprem felaketinin düşündürdükleri: Körleşmek, sağırlaşmak, küntleşmek

Böylesi büyük felaketlerde eleştirinin adresi en başta siyasal iktidarlardır, doğal olarak. Yurttaşının can güvenliğini sağlamakta yetersiz kalmıştır çünkü. Ancak felaketlerin yinelenmemesi için siyasi iktidarı eleştirmek yetmez; onu iktidara taşıyan kapitalist sistemi eleştiri hedefi yapmak gerekir.

Tülin Tankut

On ilimizi ve komşumuz Suriye’nin bazı bölgelerinde yıkıma yol açan iki büyük depremle ülkece sarsıldık. Televizyonun başından ayrılamaz olduk. Ne doğru dürüst yemek yiyebiliyor ne de uyku uyuyabiliyoruz. Depremle yatıp depremle kalkıyoruz. Aklımız afet bölgesinde. Arama kurtarma çalışmalarını pür dikkat izliyor, enkazdan sağ çıkanları gördükçe buruk bir sevince kapılıyoruz. Acımız, uzun boylu düşünmemize fırsat vermiyor. Ekranda göz göre göre yaşanan aksaklıklara, koordinasyon (eşgüdüm) zafiyetine tanık oldukça öfkemizi, depremzedelere yardım yapmak suretiyle dindirmeye çabalıyoruz. Deprem felaketinde bile fırsatçıların boş durmaması, yağma olaylarını, gelen yardımlardan hakkından fazlasını alanları, hele de en hafif tabiriyle kendini bilmez kişilerin cep telefonlarıyla enkaz altında ölüm- kalım mücadelesi içinde, kurtarılmayı bekleyen insanlarla dalga geçmesi yenir yutulur cinsten değil! Bunun gibi sorgulamayı gerektiren evlere şenlik daha öyle çok “vakıa” var ki. Neyse ki herkesin bildiği ama tek başına ifşa etmekten çekindiği “sırlar”, koşulların zorlamasıyla birer birer ortaya dökülüyor.

Peki başımıza gelen bu felakette suçu, suçluyu nerede aramalıyız? Aslında resmin bütününe bakarsak, bütün ülke enkaz altında kaldı, demek abartma olmaz.

Böylesi büyük felaketlerde eleştirinin adresi en başta siyasal iktidarlardır, doğal olarak. Yurttaşının can güvenliğini sağlamakta yetersiz kalmıştır çünkü. Ancak felaketlerin yinelenmemesi için siyasi iktidarı eleştirmek yetmez; onu iktidara taşıyan kapitalist sistemi eleştiri hedefi yapmak gerekir.

İleri kapitalist ülkeler, neoliberalizmin yarattığı ekonomik krizden ve sosyal, kültürel zararlardan bizim gibi ülkeler kadar etkilenmedi. Bizdeki bugünkü tablo: Halk yoksullaştı, temel ihtiyaçlarını bile karşılayamaz oldu. Siyasi yapılarla iç içe geçmiş dini yapılar gözle görülür biçimde arttı. Dini cemaatlere (tarikat, vakıf, medrese, yurt gibi) mensup kişi sayısının 3 milyonu bulduğu haberlerini duyuyoruz. Parasal kaynaklarının büyüklüğü, kendilerine ait TV kanallarının, internet üzerinden yaptıkları yayınlardan belli oluyor. Tüm dinler, inananlardan itaat etmelerini şart koşar. Biat kültürüne dayanan bu dini yapılarda görünen o ki, cemaat üzerinde baskı artırılarak bu ilke tepe tepe kullanılıyor. Bilimi metafizikle bulandırmaya çalışan sözde bilim insanlarının bu cenahın destekçisi olduklarını da gözden kaçırmayalım.

Oysa yaklaşık otuz yıl önce ülkemizde, özellikle büyük kentlerde, “geleneksel halk dindarlığının izlerini görmek mümkündü.” Akıl ve iradeyi dünyevi olaylardan uzaklaştırıp kendini dine adamış kişiler saygıyı hak ederlerdi. Diğerkâmlık (alturisme), çıkar gütmeden insanlara yardımda bulunmak gibi erdemleri yücelten bu kişilerin edimleri de sahiciydi. Öte yandan tüm dinlerde olduğu gibi; ritüeller, örneğin bayramlar, kişinin üyesi olduğu toplumu bir arada tutan bağları güçlendirir, ritüellerin tekrarı, sosyal dayanışma duygularını yenilerdi. Dindarlar, özünü unutmaktan kaygılanır, dini kurallara uymayı ihmal etmezlerdi. Ancak, artık dini ibadetlerin yerine getirilmesi, İslami kesimin kendi içinde bile tartışılan bir mesele oldu. Bazıları sözgelimi, dini bilgileri kulaktan dolma, dahası doğruyla yanlışı ayırmaksızın edinmiş kişilerin; namaz, oruç , fitre, zekat gibi dini vecibelerini yerine getirmekle yetinmeleri sonucu , şekilci bir anlayışın yaygınlaşmasından yakınıyorlar.

Peki, neoliberal politikaların şiddet kültürü, manipülasyon, ikiyüzlülük, yüzsüzlük, ben merkezcilik gibi olumsuzlukları bir davranış biçimi olarak toplumumuzda kabul görmüş olmasında, kadim kültürümüz neden etkili olamadı?

Halkın ihtiyaçlarının karşılanamaması, eğitim, sağlık gibi yaşamsal önemi olan alanların piyasa ekonomisine teslim edilmesinin zararları ortaya çıktı. (1) Bu somut gerçekler karşısında sıkışan siyasetçiler vaatlerini yerine getiremeyince siyasete güven kalmadı. Din tacirlerinin gerçeklikten kopuk, inananların manevi ihtiyaçlarını karşılamayan sözde dini fetvaları inandırıcılığını yitirdi. (Ilımlı İslam modeli tabii emperyalist Batı’nın işine geldi.)

Dünyevileşmeyi (sekülarisme) halkın büyük çoğunluğu benimsemiş olmakla birlikte, dini kurumların siyasete etkisi, siyasetin de onların desteğine ihtiyaç duyması yüzünden din, mezhep, hemşerilik, kan bağına dayalı dayanışma biçimleri ve de Osmanlı’dan beri pek fazla değişmeyen ceberrutî devlet geleneğinin sürdürülmesi; eleştiri, hak arama, hesap sorma v.b. davranış biçimleri; biat kültürünü geçmişten devralmış siyasiler tarafından istenmemektedir. Sözgelimi, yazılı ve görsel medya, dijital platformlar, eğitim kurumları, kültür- sanat, müzik, festival, spor etkinlikleri denetlenir ama sıra bir türlü dini oluşumlara gelmez (!).

Depreme dönersek, bu tutuma onay vermenin cezasını toplumca çekmiyor muyuz? Uyuşmuşluk, sağırlaşmak ve küntleşmekle (tepkisizleşmek) can güvenliğimizi hiçe sayıp en büyük kötülüğü kendimize yapmıyor muyuz? (2) Araştırmaları, gelişmiş ülkelerde referans olarak kullanılmış deprem bilimcilerimizin uyarılarına kulak vermedik. Yetişmiş uzmanlarımız işsizken liyakatsiz, sözde uzmanlar işe alındı. İlle felaketin başımıza gelmesini mi bekleyeceğiz? Türkiye bir deprem ülkesidir, dolayısıyla bu gerçekle yaşamak zorunda değil miyiz? Korku, önlem almaya yönlendirir insanı, denir. İnsanlığın gelişmişlik düzeyi arttıkça korkularımız azalır. Depreme dayanıklı evlerde yaşamak, deprem korkumuzu azaltabilirdi, eğer inşaat şirketlerine güven duyabilseydik, daha doğrusu binaların denetlendiğini, ruhsatlı olduğunu bilseydik. Sözü uzatmaya gerek yok; artık hastaneler bile yıkılıyorsa… (Teyide muhtaç bir bilgi olabilir ama, ülkemizde yapı denetiminin olmadığı söyleniyor.) Uzmanlar, ülkemizde az da olsa, deprem yalıtımı gibi yeni teknolojilerin kullanıldığını ifade ediyorlar. En acil ihtiyacımız bu değil miydi? Depreme karşı hazırlıklı olmamız gerekirdi. Ender rastlanan bir felaketle karşılaşmış olmakla birlikte can kayıpları önlenebilir, acımız bu kadar büyük olmayabilirdi. (3) En azından kamu binaları, okullar, spor salonları, otoparklar – sağlam olma koşuluyla- toplanma alanı olarak ilan edilebilirdi. Ama serbest piyasa koşullarında bu mümkün mü?

Sağ kalanların, yaralı olarak kurtulup hastanede yatanların yaşamlarını idame ettirmelerinin zorluklarını an be an izliyoruz. Su, elektrik, ısıtıcı, seyyar tuvalet eksikliğinden, kanalizasyon tesislerinin çalışamamasından, salgın hastalık olasılığından – uyuzdan kaygılanılıyor- deprem bölgesindeki kayıp çocuklara, okulların ne zaman açılacağına kadar bir sorunlar zinciri… Bu arada üniversitelerde uzaktan eğitime geçileceği haberlerini duyuyoruz. Depremzedelere öğrenci yurtlarını açmaktan başka çözüm yolu bulunamaz mıydı? Uzmanlar, “Yüksek öğrenim feda edilmemeli” diye feryat ediyorlar.

Alınmayan önlemlerin getirdiği sonuç ortada. Fazla söze gerek var mı? (3) Bu arada yerli ve yurt dışından gelen arama kurtarma ekiplerinin hakkını teslim etmek gerekir. Kar kış demeden, koşullar elverdiğince özverili çalışmalarını sürdürüyorlar. Aynı şekilde, afet bölgelerindeki halk dayanışmasını, gönüllüleri, madencilerimizi, ülkenin dört bir yanından depremzedelere yardım kolileri gönderen yurttaşlarımızı unutmamalıyız. Öte yandan inançla toplumsal, siyasal alanı ayırmayı bilen, toplumun bireyleri olarak haklarımızın korunmasının laik düzende gerçekleşebileceğinin, laikliğin din özgürlüğünün garantisi olduğunun bilincine varmış olan dindar kesimin toplumun çoğunluğunu oluşturduğunu biliyoruz. Bağımsız basına baskı uygulanmasına karşın güvenilir bilgilere ulaşabiliyoruz. (Doğru bilgileri kamuoyuyla paylaşmamak gazetecilik sorumluluğuyla bağdaşır mı?) İletişim engeli nedeniyle sesini kamuoyuna duyuramayan aklı selim sahibi kitleler, suskunluğu bozarak örnek bir dayanışma içinde hareket ediyorlar.

Sonuç olarak, bundan sonra sorunlar artacak ve derinleşecektir. Ancak deprem felaketi, bizim yaşama bakışımızı değiştirecek kertede bir olay niteliği taşımaktadır, kanımca. Artık sömürüsüz, eşitlikçi, bilim ve tekniğin halkın yararına kullanılmasından yana bir toplum düzeni için mücadele edenlere kulak verme zamanı…Onlar ezber bozma yolundaki çabalarında ne denli olduklarını gözler önüne seriyorlar. (Çekim gücü ve kapsama alanıyla böbürlenen GSM operatörleri sınıfta kalmadı mı? Yetkililer, sosyal medyayı kötü amaçla kullananları öne sürerek Twitter’i yavaşlatmak kararı aldı. Felaketin yarattığı koşullarda internet ve sosyal medya hayat kurtarıcı olabiliyordu oysa ki.) Bu çevreler sorunları, takdir-i ilahi diye de geçiştirmezler. Kişilerin inançlarını kendilerine bırakırlar, karışmazlar. Ancak bazı kavramları farklı kullanırlar. (Uğruna nice yaşamların söndüğü “kâr” kavramı gibi.) Halkla deprem dayanışmasını, olanakları özverileriyle zorlayarak sürdürüyorlar.

DİPNOT:
1) Sosyal devletten umudunu kesmiş, yoksulluk sınırında yaşayan dar gelirli kesim, solun öncelikli olarak eğitim, sağlık alanlarının kamulaştırılması konusundaki açıklamalarına giderek daha fazla kulak veriyor.

2) Toplumca nasıl bir aymazlık içinde olduğumuzu, Gazete Oksijen’i özür açıklamasına mecbur eden; depremle ilgili, kaş yapayım derken göz çıkartan bir edebiyatçımızın haberiyle bir kez daha idrak ettik.

3) Riskli bölgelerin inşaata açılmasına, kaçak yapılara göz yumanlarla, daha çok kâr etmek için insan yaşamını hiçe sayarak malzemeden çalanlarla, onları denetleme yükümlülüğünü yerine getirmeyerek suç işleyenler, dileriz gerektiği gibi yargılanırlar. Ancak, bu süreçte sorumlu yurttaş bilinciyle hareket etmemiz çok önemlidir. Yaşamsal sorunlarımızın çözümü, öncelikle bu bilincin yaratacağı gücün kullanılmasına bağlıdır.