Ekonomik kriz, yüksek enflasyon, hayat pahalılığı...

Düşüncelerimizi yeniden gözden geçirmemenin en büyük sakıncasıysa olayların, olguların gerisindeki toplumsal- siyasal nedenlerin gözden kaçırılmasıdır. Ancak iğneyi kendimize batırmadan önce Ramazan münasebetiyle sırası gelmişken deyim yerindeyse topu din alemine atalım.

Tülin Tankut

“Umut fakirin ekmeği“ diyenlere karşı:

“Yok öyle umutları yitirip karanlıklara savrulmak/

Unutma; aynı gökyüzü altında, bir direniştir yaşamak “

Nazım Hikmet

Ülkemiz Ramazan’ı, deprem felaketi ve ekonomik krizle boğuşurken karşıladı. Buruk geçen bir Ramazan haliyle… Ama “Ramazan geldi, hoş geldi “diye avunmak mümkün yine de. (Atasözünün devamı: “baklava tepsisi boş geldi.”) Osmanlı bakiyesi bir toplum olarak, Ramazan’da yoksullara yardım etme alışkanlığı, tarihsel ve kültürel olarak günümüze kadar taşınmıştır. Gerçi apartman yaşamındaki iletişim eksikliğinin, kat sakinleri arasında son zamanlarda artan karşılıklı güvensizlik gibi nedenlerlerin ,  komşuculuk ihtiyacını azalttığından yakınıyoruz ama yine de geleneğe sahip çıkıyoruz.

Nitekim siyasi partiler, STK’ler, hayırseverler, vakıflar ve dini kuruluşların ihtiyaç sahiplerine kamyonlarla koliler halinde yiyecek paketleri gönderdiklerine, toplu iftarlar düzenlendiğine, özellikle deprem bölgelerine iftar ve sahurda yemek dağıtıldığına tanık oluyoruz. Aslında uzmanlar, kentlerde sosyal devletin de nispeten işlevini yerine getirdiği dönemleri kastederek komşuluk ihtiyacına ket vuran nedenlerden biri olduğunu ileri sürerler; ancak bu sav sosyal devletin zayıfladığı günümüz koşullarında geçerliliğini yitiriyor.  Komşuların mahkemelik olduğu durumlarla karşılaşıyoruz.  Çeşitli sorunlardan kaynaklanan hoşnutsuzluğun yol açtığı öfke patlamaları, kavga döğüş, yaşamın her alanına yayılıyor. Sözgelimi, “konut krizi”nde , ev sahibi- kiracı  ilişkilerinde neler görmedik ki.  Kişiler haksızlıklar karşısında birbirlerini, “Allah korkusu kalmamış” diye suçluyor. Günümüzde, Ramazan’da bile “asayiş berkemal” diyemiyoruz, ne yazık ki. Yine kadınlar öldürülüyor, hırsızlık, gasp v.b. olaylar sürüyor.  Depremin tetiklediği sorunlar hakeza. (Dolandırıcılık haberleri) Oysa toplum olarak sevgi ve dayanışmayı yüceltmeyi seviyoruz. (Din adamları her fırsatta hep Allah ve peygamber sevgisinden söz ediyor.) Ancak dünyanın içinden geçmekte olduğu şu süreçte, hâlâ denklemler para ve güç üzerine kuruluyorsa sevginin, dayanışmanın gücü bununla mücadeleye yeter mi? Kültürümüzdeki, “alan elin veren eli görmediği düsturuna uyan yardımlar bile, “gösteri toplumu”nun ayartılarına teslim olabiliyor.

Denilebilir ki, bu olağanüstü dönemde, siyasal dayanışmaya ihtiyaç var. Ama keşke bu o kadar kolay olsaydı. Ramazan vesilesiyle, saf bir beklenti içinde, dertlere derman olur inancıyla yatırlar, türbeler ziyaret ediliyor. Çarşıda, pazarda, TV sokak röportajlarında rastlıyoruz; geçim sıkıntısı çekenler, ayakta durabilmekten başka bir şey düşünmüyorlar. Toplumun en dinamik kesimi olan gençler işsiz. Münferit olaylar diye geçiştirilemeyecek kadar yaygın genç işsizliği. Öyle ki, yurttaşında çalışma talepleri artıyor. Bulunan işler de günübirlik; kâğıt toplayıcılığı, yük taşıyıcılığı, kadınların rağbet ettiği apartmanlarda merdiven siliciliği, vb. beden gücüyle yapılan işler: Çoğunluk kentlerin dış mahallerinde yaşayan, “istihdam dışı kalmış” nüfus.

Bir yorumdan çok durum sapması olarak diyebiliriz ki; düzen siyaseti yüzünden düşünce ve ifade özgürlüğüne darbe vurulmasaydı yoksulluk, bu denli yakıcı bir hale gelir miydi? Yine Ramazan’ı örnek vererek çıkarım yapmaya çalışalım: İftar, sahur yalnızca yemek değildir; yemek sohbetidir, bu yüzden yemeğin aynı zamanda simgesel bir anlamı vardır. Nasrettin Hoca, yüzyıllar önce bundan da bir nükte çıkarmıştır, “ye kürküm ye” ,  ki hâlâ dillerdedir toplumumuzda.  İftarın simgeselliği siyasilerimizin de gözünden kaçmamıştır; yıllardır vatandaşın iftar sofrasına oturmak için birbirleriyle yarışırlar ve böylelikle yoksulluğu önleyemediklerini vatandaşa unuttururlar.

Yoksulluk öyle bir şeydir ki, işini kaybetme ya da iş bulamama kaygısı yüzünden siyasetçilerin yerine getiremeyecekleri vaatleri karşısında dirençsiz bırakır kişiyi. Önceliği ekonomik sorunları olan kişiden de ülkenin siyaset dünyasını yakından izlemesi beklenemez. Kaldı ki, siyasi partilere futbol taraftarı gibi bakmak, babadan oğula geçen bir alışkanlıktır ve bu başka ülkelerde de yaygındır.  Hele hemşerilik, yabancı bir ülkedeki çalışanların dayanışması v.b. olgular, kişiyi o toplulukta kendini güven içinde hissettireceğinden değişmeye zorlamayacaktır.  Ayrıca, neoliberalizmin dünyaya bir armağanı(!) olan kişileri düşünmemeye koşullandıran politikalarını da unutmayalım. Düşünmeme alışkanlığı haliyle kişinin sorgulama kapasitesini azaltır. Sözgelimi bizde ortada bir “rantçı siyaset” sözüdür gidiyor. Ama eleştiri kapsamına depremde çürük binalara imar ruhsatı veren görevliler giriyor yalnızca. Bu arada düşünmek derken “zekasını kötüye kullanmak” da var haritada. Çıkarları adına buna tevessül eden kişi, kendini haklılaştırmak için pek çok mazeret uydurabilir.

Düşüncelerimizi yeniden gözden geçirmemenin en büyük sakıncasıysa olayların, olguların gerisindeki toplumsal- siyasal nedenlerin gözden kaçırılmasıdır. Ancak iğneyi kendimize batırmadan önce Ramazan münasebetiyle sırası gelmişken deyim yerindeyse topu din alemine atalım. Başka ülkelerde olduğu gibi, bizde de dini çevreler, vaazlarının ardına sığınarak halka din eğitimi verdiklerini iddia ediyorlar. Peki, dünyada işsizlik, yoksulluk, şiddet kol gezerken dini çevrelerin tepkisine hiç tanık olduk mu? (Hitler’in Yahudi soykırımını görmezlikten gelen Vatikan’ın bu tutumu ibretliktir.) Ekonomik kriz, yüksek enflasyon, hayat pahalılığı, gündelik yaşamı alt üst ederken neden susuyorlar? Tüketim çağının sonuna gelindi, seller, fırtınalar, kuraklık, buna karşılık israf, atılan ekmekler, çöpe dökülen gıda maddeleri…Cuma hutbelerinde müminler bu konuda uyarılıyor mu?  21.yüzyılda toplumsal ve bireysel sorunlar hem arttı hem çeşitlendi. Vaazlarında güncele de yer vermeleri gerekmez mi? Televizyon kanallarındaki iftar ve sahur programlarına ne demeli? Sözgelimi sağlıklı oruç tutma konusunda uzmanların iftar ve sahur menüsü sunmaları hiç mi dikkatlerini çekmiyor? (1)

Öte yandan Osmanlı’yı anarken unutulmasın ki; Osmanlı’da Ramazan, bir ibadet ayı olduğu kadar İslam kültürünün ve sanatının gelişimi açısından da verimli geçen bir aydı. Kahvehanelerde şiir dinletileri, iftar sohbetlerinde İslam entelektüellerinin konuşmaları… Tabii kadınlar bu etkinlere katılamazdı; Osmanlı mahalle kültürü ve hukuk gereği haremlik- selamlık uygulanıyordu. Günümüzde bu uygulama kalktı, televizyondaki iftar ve sahur programlarına katılan kadınlar (çocuklar ve gençler de) , din görevlilerine sorular soruyorlar, ama görünen o ki, genel bilisizlik, dini de sarmış; soruların içeriğinin gösterdiği gibi.

Dini oluşumlarınsa siyasi partileri desteklemesine alışkın bir toplumuz. (Diğer ülkelerde de durum farklı değil: Hıristiyan, Musevi v.d. dinlerin egemen olduğu toplumlarda.)   İslam’la kapitalizmi bağdaştıran Suudi Arabistan, Malezya, Endonezya, İran (Molla kapitalizmi) gibi ülkelerde, gündelik yaşamda kitleleri mağdur eden çıkışsızlıksa, propaganda gücü yüksek sağ eğilimli kesimler tarafından kendi lehlerine saptırılmaya çalışılıyor.  İsrail de Netanyahu hükümetinin icraatına bakılırsa şeriat devletine dönüşme yolunda; büyük protestolar hükümete geri adım attırsa da olur mu olur. Kapitalizm bukalemun gibidir; sınıf farkları yaratır, bu farklar temelinde kendini yeniden üretir; işçiyi, emekçiyi ürününe yabancılaştırır; ama emekçi halkın itirazına karşı önlemlerini de alır: “Rıza üretimi”, o tutmadı mı gelsin baskı rejimi.

Ülkemizde siyaset dünyasının “Rıza üretimini” kolaylaştıran bazı tarikat, cemaat v.b. yapıların, sürdürmeye çalıştıkları “şeyh- mürit” ilişkileriyse, “devlet- yurttaş” ilişkisine zarar veriyor. (Başlık parası, resmi nikah yapmadan imam nikahı kıyılması v.d.) Yine bazılarının açıktan açığa dogmaları savunmaları ve bunun ifade özgürlüğü kapsamına alınması, solun zayıflatılmasına yarıyor. Oysa günümüzde çoğu ülkede, başta eğitim ve sağlığın kamulaştırılması olmak üzere geniş kitlelerin çeşitli talepleri artarken eşitlik, özgürlük, sömürüsüz bir toplum için çalışan sol siyasete duyulan ihtiyaç kendiliğinden ortaya çıkıyor. Seçmen parlamentoda yer alan partiler arasından seçme yaparken neden zorlanır? “Kararsızlar” ya da oy kullanmayanlar neden ortaya çıkar? Kapitalizmin son aşaması diye nitelendirilen neoliberal modelin refah ve özgürlük vaatlerinin hiçbiri tutulmamıştır. Çoğunluğun çektiği tüm acılar, karşılaşılan haksızlıklar sınıfsaldır çünkü.  Aslolan sömürüyü, eşitsizliği, ayrımcılığı ortadan kaldırmaktır. Bunun için de özellikle bu olağanüstü dönemde içi boşaltılmış dayanışmaya değil, siyasal dayanışmaya ihtiyaç vardır.

Son olarak, ülkemizde seçimler yaklaşıyor. Siyasi partilerin vaatlerine kapılıp sırf seçimde oy kullanmış olmak için içimize sinmeyen partilere oy verme yanlışına düşmeyelim, bunun bedeli ağır oluyor çünkü. İktidarda hangi parti olursa olsun, bu düzende çözülemeyecek sorunlar çığ gibi büyüyor. İklim krizi önlenemezse, tarım, hayvancılık zarar görürken dünyada açlık tehlikesinin artacağı kesindir.  Ankara Tabip Odası Yönetim Kurulu ve Halk Sağlığı Komisyonu’nun bu konu hakkındaki bilgiye dayalı uyarısına kulak vermeliyiz: “Yoksulluk bir halk sağlığı sorunudur.) (8 Mart 2022) Dolayısıyla yurttaş sorumluluğumuz gereği, seçimlerde tarafımızı belirlerken hangisi emekçi halkın sorunlarını çözebilir, diye iyice düşünmek zorundayız. Seçim sonrasında hangi iktidar olursa olsun, görece ve bir süreliğine soluk aldırabilir ülkeye.  Ancak kapitalizmin ekonomik krizleri bitmez!

DİPNOT:   

1) Uzmanlara göre iftar menüsünde olması gerekenler: Çorba, et, balık, tavuk (bunlardan biri), sebze, ev yapımı yoğurt, mevsim salatası… Çağdaş toplumda glütensiz beslenme modeline geçiliyor; ekmek, makarna v.s. den kaçınılmalı, çünkü  diyabet hastalığını tetikliyor. Tüm buğday ürünlerinden ve tatlılardan uzak durulmalı. Bunun yerine kuru yemiş ve bitki çayları tercih edilmeli. (Fiyatların el yaktığını da artık bilmeyen yok.) Dengeli su tüketimi önemli. Ancak başka ülkelerde musluklardan içilebilir su akarken biz içme suyuna para ödüyoruz. (İstanbul’da bir damacana su, 35.TL.) Kapitalizmden zarar gören yalnızca insan emeği değil; doğa da sömürülüyor, toprak, hava, su, su kirliliği…Avustralya’da nehirlerdeki toplu balık ölümlerinin dehşetengiz görüntüleri…GDO’lu ürünler. Örnekler öyle çok ki.)