Ressam Orhan Taylan'ın Yeni Ülke dergisinde yayımlanan söyleşisi
Bugün büyük ölçekli sanat faaliyetleri artık özel finans kurumları tarafından yapılıyor. Böyle bir ortamda muhalif sanatçılara yer verilmeyeceği, onların yok sayılacağı açıktır.
Söyleşi: Cengiz Kılçer
Dünya sanat çevrelerinde bir dedikodu olarak konuşulsa da CIA’nin, – Jackson Pollock, Robert Motherwell, Willem de Kooning ve Mark Rothko gibi sanatçıların eserleri de dâhil olmak üzere- Soyut Ekspresyonizmin Soğuk Savaş sırasında bir silah olarak kullandığı ortaya çıktı. Bu konu hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Orhan Taylan: İkinci Dünya Savaşı öncesindeki yirmi-otuz yıl boyunca, Avrupa sanat/kültür ortamında sol görüşler egemendi. Aragon, Eluard, Sartre, Picasso gibi önde gelen sanat adamlarının hepsi de solcu, hatta komünist parti üyesiydiler. Neredeyse, iyi sanatçı sayılmak için komünist olmak gereklidir diye düşünülüyordu. Savaş sona erip, ABD Savaştan muzaffer çıkınca, ilk iş olarak McCarty’ci temizlik hareketini gündeme aldı. Solculara karşı bir cadı avı başlattı. Bu çerçevede, figüratif resmi önemsizleştirebilmek için ‘Soyut Dışavurumculuk’ akımını lanse etti. İktidar ve CIA el ele vererek, yukarıda sözünü ettiğiniz ressamları, finans kurumlarının da bunlara yüksek paralar ödemeye başlamasıyla, ‘önemli’ sanatçılar haline getirdiler. Proje ve uygulama budur.
“Bu tekeller, holdingler bu işi neden yaparlar? (…) İşin şakası bir yana ressamlar arasında bugün hâlâ tekellerin bu işleri sanat aşkına yaptıklarını sananlar vardır.” diye yazmıştınız 1976’da… “Dünden” bugüne değişen bir şey var mı? Ressamlar, sanat piyasası, tekeller ya da bienaller üzerine görüşleriniz nelerdir?
Orhan Taylan: Tekeller ve finans kurumları, sanat ortamını muhalif sanatçılardan temizleyebilmek için fuarlar ve biennaller gibi ‘big show’ları kullanır. Bu sergilerde, küratör denilen yamakları vasıtasıyla tuval resminin az, ‘çağdaş sanat’ dedikleri resim dışı uygulamaların çok yer almasını sağlarlar. Böylece resim sanatı önemsizleştirilmiş olur.
“Diğer ‘her şey’ gibi kültür sanat alanı da özelleştirildi ve özellikle sermayenin en fütursuz kesimlerine devredildi.” diyorsunuz. Sanat ve sermaye ilişkisine nasıl bakıyorsunuz?
Orhan Taylan: Bugün büyük ölçekli sanat faaliyetleri artık özel finans kurumları tarafından yapılıyor. Böyle bir ortamda muhalif sanatçılara yer verilmeyeceği, onların yok sayılacağı açıktır.
1976’da yaptığınız ve 1 Mayıs’ın klasik simgesi haline gelen resminizin yapılış öyküsüne dair neler ekleyebilirsiniz?
Orhan Taylan: 1 Mayıs afişimin bu kadar beğenilip yaygınlaşmasına seviniyorum elbette. Üstelik çabucak yapılmış bir çalışma olduğu halde.
Hem Barış Derneği hem de Ankara TKP davalarından yargılandınız. Mamak Askeri Cezaevindeki tutukluluk sürecinizde İç Güvenlik Komutanı Albay Raci Tetik ile aranızda geçenleri anlatabilir misiniz?
Orhan Taylan: 1982 yılı baharında, Barış Derneği’nin kurucularından ve yönetim kurulu üyesi olmak ‘suç’larından tutuklandım. Diğer Y.K. üyeleriyle birlikte İstanbul’da Sağmalcılar Cezaevinde ağırlanıyorduk. Sonra sadece bana, Ankara’da dört-beş kişilik bir TKP davası açıldı. Sanıyorum bunu, beni bir süre Mamak’ta yatırmak için açtılar. Çünkü o davanın ilk duruşmasında delil yetersizliğinden beraat ve tahliye kararı çıktı. Buna rağmen Mamak’ta altı ay süreyle tutuldum. Mamak tam bir toplama kampıydı. Her gün eziyet, her gün -bazen bayıltana kadar- copla dövülmek vardı. Bir gün cezaevi komutanı Raci Tetik beni odasına çağırttı. Gittim. Önce bana cam bardakta sıcak bir çay ikram etti (koğuşta ancak plastik bardaklarda ılık bir sıvı içilebiliyordu), sonra bana ziyaretçilerin alındığı bir odanın duvarına bir resim yapmamı istediğini söyledi; resim devrimci kızları aşağılayan bir resim olacakmış. Karşılığında da beni, dayak falan olmayan ‘Babalar Koğuşu’na nakledecekmiş. ‘Öyle bir resmi yapmam’ dedim. O sırada odanın dip tarafında oturan başka bir albay ‘Buna ne için yalvarıyorsun, çağır şehirden bir tabelacı, yapsın resmi’ deyince bizimki ona döndü ‘Sen karışma lan, maksat buna yaptırmak’ deyiverdi. Tabi bizim dayaklı koğuşa geri döndüm ama olayı anlatınca alkışlarla karşılandım.
Sizin sorunuzu yine size soralım: “Ressam resmin arkasına saklanabilir mi? Kendini açık yüreklilikle anlatmayan -ama resim ortamında geçerli- bir ifade biçimi oluşturup, bu benim sanatımdır diyebilir mi?”
Orhan Taylan: Diyebilir tabi. Zaten böyle resim yapan pek çok insan var. Ama hem kendisinin hem de herkesin yarasına içtenlikle parmak basıyorsa, o zaman gerçek bir beğeni ve sevgi kazanır, resimleri elden ele dolaşır. Bir ressamın hayattan beklediği başka ne olabilir ki?
Pandemi birçok sanat disiplininden sanatçıları olumsuz bağlamda etkiledi. Bu salgın özelde sizi, genelde çevrenizi nasıl etkiledi?
Orhan Taylan: Pandemi ortamında herkes çalışamaz ve geçinemez hale geldiği için, sanatçılar da alıcı bulamaz, işlerini satamaz duruma düştüler. Ama buna karşın, evlere kapanma mecburiyeti, oturup bütün gün çalışmayı da zorunlu kıldı. Yani musibetten hayır da çıktı. Sanıyorum pek çok sanatçı arkadaşımız, bu ortamda yeni çalışmalar yapabilmiş, çalışmalarını geliştirebilmiştir.
**
Orhan Taylan yaptığı 1 Mayıs 1976 afişini anlatıyor:
“1961-1970 arası var olan Türkiye İşçi Partisi üyesiydim o zaman. İşçi Partisi içinde sendikacı arkadaşlar vardı onlarla dostluklarım vardı o yüzden sendikalarla yakın ilişkim de olmuştur birtakım afiş işleri oldukça bana gelirlerdi ve her zaman bana gelirlerdi atölyeye. İşte şu afiş lazım bu afiş lazım… Ve her zaman tabii afiş son dakikada akla gelen bir iş olduğu için çok kısa süreler içinde afiş yapardım. Hızlı çizim yapmaya zaten çok hazırlıklıydım.
Bize çabucak bir afiş yapıver dedikleri zaman birkaç saatte yapardım. Nitekim bu afiş de böyle oldu. Gece yarısı aradılar afiş lazım ne zaman lazım şimdi lazım deyince hemen oturup çizdim. Zaten anatomi çizimi yapmaya meraklıyım elleri kemikleri kasları çalışmışlığım var akademiden beri. Güçlük çekmeden afişi çıkardım hemen. Sabaha karşı geldiler 3’de 4’de teslim aldılar. Sabahleyin DİSK’in Yürütme Kurulundan onaydan geçti beğendiler. Öğlene doğru da baskıya girdi afiş. O kadar hızlı çıktı ortaya yani ben çok mutlu oldum. Beğendikleri için tabii. Çünkü dünya işçi sınıfının bayramı kavramını ifade etmeye çalıştım. Ve düpedüz en kesin simgelerle. Dünya, işçi sınıfı, Bayram, çiçekler saçılıyor etrafa.
Afiş bu… Bir bakışta anlaşılacak… Resim öyle değil! Resim de bir bakışta anlaşılmayacak ikinci bakıştaki okuma resimde çok önemlidir. Ama afişin ikinci bakışa zamanı yoktur. Hızla geçerken afişe bakarsınız sokakta… Tek bir bakışta aklınızda kalanlar çok net olmalıdır. Çok çarpıcı olması için dikkat çekebilmesi için beyaz fonda kırmızı leke altında siyah leke iyi bir düzenleme oldu o açıdan. Çatık kaşlı bir afiş olmasın diye çok özen gösterdim.”
**
ORHAN TAYLAN
Selanik kökenli, Samsun 1941 doğumlu ve İstanbul’ludur. Robert Kolej (Lise 1960) ve Roma Güzel Sanatlar Akademisi (1965) mezunudur.
Orhan Taylan’ın eserleri dünyanın ve Türkiye’nin çeşitli müzelerinde bulunmaz. Müzayedecilere resim vermez. Karma sergilere katılmaz. Türk resim sanatı seçkilerine adını katmamak için çabalayanlara aldırmaz. Yurtdışında sergi açarken, oralarda ünlenmek hevesine kapılmaz. Hapishane anıları yazmak ya da sülalesiyle böbürlenmek gibi merakları yoktur. Başka sanatçıları yargılamak anlamına gelen resim jürilerinde ve bilirkişi heyetlerinde yer almaz.
Sakal bırakmaz, pipo içmez. Resimde ustalık geleneğini küçümsemez. Gravür yapmaz, heykellerini çoğaltmaz. Resimlerin önemsenmesi için uçuk fiyatlar konması gerektiğine inanmaz. Suluboya kullanmaz. Yağlıboyasını kendi yapmayı, oğlu Ferhat’ı, edebiyatı, Macintosh’unu ve büyük atölye düzeninin keyfini bir şeylere değişmez. Akşam içkisini ihmal etmez. Solaktır.
Resmini, akımlar içinde adlandırmaz. Avangardizmin, deneysel-kavramsal çalışmaların sanat yerine ikame edilmesinin sanatseverleri yanıltabildiğine inanmaz. İnsan hakları kavramını küçümsemez. Polis devletine de, şeriat devletine de karşı demokrasiyi savunmayı bir erdem sayar. Yurtdışında yaşamaz. İstanbul’da, Asmalımescit’te oturur, resim yapar.