İşçinin hukuku
"İş hukuku sömürenlerin katlandığı kurallar manzumesi olarak, bu sistemle kapitalizmin sınırlarının olanaklar çerçevesinde, yani sistem içinde, zorlayarak işçiyi koruma hedef güder."
Değerli dostum Dr. Murat Özveri’nin Bireysel İş İlişkileri Açısından Türkiye İşçi Hukuku başlıklı, tarih, öğreti, uygulama ve eleştiri yönleriyle işçi meselelerini ele alan iki ciltlik muazzam eserini incelerken, Murat’ın neden böyle bir eser oluşturduğunu okuyup, bu alanda büyük bir boşluğu dolduracağına emin olduğum kesin çabayı anladım. Murat dostumun çabasını, hatta amacını okuyarak öğrendim de, ne var ki, sınıf üzerinde yükselebilecek bir hukuk üstyapısının Türkiye’deki hangi işçi sınıfının oluşturduğunu pek idrak edemedim. Konu hukuk alanında olduğu için, doğal olarak, eleştiri haddimi aşar. Bu itibarla, burada kısmen kitap hakkında söylenenler üzerinde gezinirken, politik bağlamda kafamda dolaşan konulardan söz etmek istiyorum.
Konuyu farklı açılardan ele almaya yönelirken, asıl mesele olan “işçi sınıfı” kavramı üzerinde bir-iki laf etmenin gerekliliğine inanıyorum. Doğal olarak, ülkenin kalkınmasına canları pahasına büyük katkı koymuş olan ve koyan emekçi dostlarımızın varlığı hepimizin iftihar vesilesidir. Bu nedenle, emekçi hakkı ödenemez sözü belki de sözlerin en hakikatlisidir. Dikkat edilirse, bu samimi görüşümü ifade ederken “emekçi” deyimini kullandım. Zira tükettiğimiz her üründe emekçi dostlarımızın alın teri ve göz nuru olduğunda zerre kadar kuşku yoktur. Bu durum yadsınamaz bir gerçek ve hakikattir. Ancak, emekçi sınıfı dediğimizde, maddi üretici güç olan emekçi dostlarımızı değil, bilinç ve siyasi davranış modeli içindeki işçi sınıfını anlıyoruz. O sınıfın bugünkü maddi üretici güç olan emekçi kitle ile özde aynı da olsa, sosyal sınıf olarak davranış modelinde ve siyasi tercihlerinde günümüz emekçi kesimden çok farklı olduğu düşünülür. Böylesi sınıf bilinci oluşturmuş bir sınıf, ciltler dolusu kitaba ihtiyaç göstermeden kendi hukukunu yapar, mevzuata dönüştürür, hatta dönüştürmeden de uygulatır. Hal böyle olunca, Dr. Murat Özveri’nin deyişiyle, günümüzün emekçi koşullarında yazılmış olan kitaba olan ihtiyaç, doğal olarak, ‘işçinin korunması’ na yöneliktir. Üzülerek açıkça söylemem gerekir ki, keşke patron camiasında olduğu gibi, bilinci oluşmuş ve bu bilinç üzerinde yükselmiş emekçi camiasının da böylesi koruyucu bir kılıfa gereksinim duymadan, kendi hukuk düzenini, yani siyasi yapısını kurmuş olsa idi. Mesele hukuk düzeninden siyasi yapıya dönüşünce, emekçi kesimin siyasi yapısını oluşturması kaçınılmaz olur.
İşçi dostlarımızın tarihsel koşullarda emekçi sınıfını oluşturacağına kuvvetle inanarak, şimdilik var olan durum muvacehesinde, esere önsöz yazmış olan Prof. Dr. Aziz Çelik’in ifadelerine yönelerek, böylesi dev eseri vücuda getirmiş olan yazar hakkındaki değerlemelere bir göz atalım: “Murat’ın sözünü sakınmaz eleştirel tutumu, yorumları, tespitleri, yazdıkları ana akım tarafından görmezden gelinmeye çalışıldı. Doktorası bir süre geciktirildi! Üniversitede çok severek verdiği toplu iş hukuku ve sosyal güvenlik derslerini vermesine olanak tanınmadı. Ama Murat onlar ne derlerse desin kendi bildiği yoldan yürümeye devam etti. Bu kitap da bu inadın bir simgesidir. Sözünü sakınmadan kullanır, çünkü ayaklarını sağlam basar.” Emekçi dostlarımızın, kendilerinin yanında yer alan, onların sözcüsü olarak davranan, haklarını koruyan bir insana sistem ve siyaset yaşam hakkı tanımıyorsa, bu yasakları uygulayan siyasi erke biraz farklı yaklaşması gerekmez mi? İşte, sevgili emekçi dostların, siyasi tercihlerimizle işbaşına geçmiş olan siyasi erk haklarınızı savunurken bize olduğu kadar, bizim hakkımızı savunanlara da saldırıyor, kişisel haklarını sınırlandırıyorsa, kişinin yanında olmak ne kadar bir bilinç meselesi ise, bu siyasi erkin karşısında olmak da o kadar bir bilinç meselesidir. Bu bilinçtir ki, sermayeyi ve onun siyasal bekçisi olan hükümeti korkutur. Ve bu korkudur ki, sistemi yıkamasa da, bu sistem içinde de biz emekçilere görece daha saygın bir yer sağlayabilir.
Eserin giriş bölümünde yazarın sözlerine yöneldiğimiz de ise şu ifade ile karşılaşıyoruz: “…genellikle yaptıranların adlarını yaşatan eserleri izlerken, yapanlar genellikle akla gelmemektedir. Nasıl yaptıkları ve esere kattıkları ter, gözyaşı, kan görülmemektedir. Eser, yapanları değil, yaptıranları yaşatmaktadır.” Bu ifade bana Marx’ın Kapital’inin ilk cümlesini çağrıştırdı. Şöyle: “Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliği, ‘muazzam bir meta yığını’ olarak görünür….” Öyle düşünüyorum ki, Marx bu giriş cümlesiyle kibarca İskoç iktisatçılarına serzenişte bulunmaktadır. Burada sorgulanan, kibarca, şudur: bu meta yığınını kan ve canlarıyla yapanlar kimlerdi? Yanıt, tabii ki, emekçilerdi. Peki, emekçilerin üretimin sahibi olduğu John Locke’dan beri bilinip, Smith ve Ricardo’nun da bu gerçeği kabul etmiş olmasına rağmen, ürünleri muazzam meta birikimi olarak ortada iken emekçiler nerede, ne durumdadır? Muazzam meta birikimini ne onları üretmiş olan emekçileri varsıllaştırmış, ne de sosyal sermayeye katkı yapmıştır, tüm birikim ancak Veblen’in dediği gibi bir kısım ‘aylak sınıf’ı zenginleştirmiştir. Başka bir deyişle, eser ortadadır, fakat eserin yaratıcıları sanki toplumun dışında ya da toprağın altındadır. Görülüyor ki, dostumuz Murat’ın sorgulaması Marx’ınki ile örtüşmektedir. Zira ikisi de emekçilerin ekonomik durumunun ötesinde sistemi sorgulamaktadır.
Yazarımız Murat emekçiler üzerindeki kanaatini şu özgün cümlelerle sürdürmektedir: “… çalışma ve çalışanlar çok uzun süre aşağılanmış, çalışma özgür insanlara yakışmayan bir etkinlik olarak görülmüştür. Örneğin, Antik Yunan ve Roma’da çalışma ve çalışanlar küçümsenmiş, çalışma toplumdan dışlanma anlamına gelmiştir” dedikten sonra devamla, “sanayi devriminden sonra ise bir yandan çalışma kutsanmış, diğer yandan çalışanlar insanlık dışı çalışma koşullarına mahkûm edilmiştir” şeklinde cümlesini bağlayarak, kapitalizmin emeği nasıl metalaştırdığını açıkça ortaya koymuştur.
Dr. Murat Özveri’nin kanaatiyle, “iş hukuku sistem içi bir uzlaşmanın ürünü, yani sistem içi kurallar bütünüdür. Bu yanıyla işçi hukukunun derdi sistem için hukuksal düzenleme yapmak olup, düzeni değiştirmek, yani insanın insan üzerindeki sömürücü hâkimiyetini ortadan kaldırmak gibi radikal hedefleri yoktur. Aksine iş hukuku insanın insanı sömürdüğü kapitalist düzenin en alttakilere bir nefes alma olanağı vererek sürdürülmesi için sömürenlerin de katlandığı, katlanmak zorunda kaldığı kurallar bütünü olarak tanımlamaktadır. İş hukuku sömürenlerin katlandığı kurallar manzumesi olarak, bu sistemle kapitalizmin sınırlarının olanaklar çerçevesinde, yani sistem içinde, zorlayarak işçiyi koruma hedef güder. Sistem içi bu yapılanma o denli kırılgandır ki, işçilerin örgütlü güçlerinin zayıfladığı, sermayenin kendini güvende hissettiği her tarihsel kesitte iş hukukunun koruma amacı, denge kavramı üzerinden sözcüğün tam anlamı ile sulandırılmakta, erozyona uğratılmaktadır. Nitekim günümüz koşullarında işveren güçler dengesini kendilerinden yana gördüğü her durumda işçi lehine koyulmuş kuralları etkisizleştirmeye [günümüzün esnek istihdam ya da prekarya sistemi işçi hukukunun içine sokulmaya] çalışılmaktadır. Bu hakikat üzerine bir söz söylenmez!
Kitabın başlangıç sayfasında 1949 yılı Markopaşa dergisinden alınmış ilginç bir karikatür hemen her şeyi tüm çıplaklığı ile anlatmaktadır. Kolları bacakları sıkıca tutulan bir işçi örsün üzerine serilmiş, iki güçlü kişi de çekiçle işçiye şekil vermeye çalışmaktadır. Karikatürde, işçinin üzerine serildiği örs ‘iş kanunu’, örsün üzerindeki işçiyi tavına getirmeye çalışan iki güçlü kişiden biri patron, diğeri ise çalışma bakanlığı olarak simgelenmiştir. Keza, bu tablo üzerine de bir söz söylenmez!
Değerli dostum Dr. Murat Özveri’yi, yıllarını vererek böylesi değerli bir eseri ortaya koyduğu için candan kutluyorum. Muazzam eserin, her cümlesinin toplumun tüm kesimlerinin, özellikle de emekçi dostlarımızın bilincine katkı yaparak, siyasal tercihlerimizin emekçiler ve ülke selameti yönünde yararlı olacağı kanaatini taşıyorum.