Kapitalizm ne kadar küçülebilir?

Ekonomik küçülme yaklaşımı kapitalizmin neoliberal politikaları terk ederek kendini sıfırlamasını öngörüyor.

Kapitalizm, 1929 Büyük Bunalımı’ndan çıkış için nasıl ki Keynesçi politikalara dayanan sosyal devleti icat ettiyse şimdi de neoliberalizmin sosyoekolojik krizine karşı küçülme (degrowth) kavramını gündemde tutuyor. Küçülme, sermaye güçleri tarafından tehdit olarak görülen komünizmi engellemek için uygulanan sosyal devlet politikalarının günümüze özgü bir tasarımı olarak düşünülebilir. Bugün yüzde 1’lik plütokrat kesim dünyadaki servetin yaklaşık yüzde 80’ine sahip. Aşırı zengin insanlar tarafından doğrudan veya dolaylı olarak yönetilen küresel kapitalizmin böylesi bir paylaşım modelini sürdürebilmesi çok zor. Gerçekte devasa boyutlardaki gelir dağılımı adaletsizliği bizatihi plütokrat kesimin geleceği için tehdit oluşturuyor. Bunu ortadan kaldırmak için solumsu liberal entelijansiya tarafından sihirli kavramlar ileri sürülüyor. Küçülme de bunlardan biri. Komünistlerin savunageldiği küçülmeye dayalı planlı ekonomik dönüşüm modeli, özellikle Covid 19 pandemisiyle birlikte sermaye çevreleri tarafından da sıkça dile getirildi. Karbon salımının ve kirliliğin azaldığının saptandığı uzun karantina süreci ekonomik küçülme gereksinimini güçlü bir biçimde hissettirdi. Salgın ve afetleri tetikleyen iklim krizi insanlığı küresel dayanışmaya ve işbirliğine zorluyor. Ne var ki bunun gerçekleşmesi ancak antikapitalist bir düzenle mümkün. Sosyoekolojik krizi kapitalizmden vazgeçmeden yönetmek, kaynakların ve servetin yeniden dağıtılması için plütokratlardan lütuf dilemek anlamına geliyor.

Sıfırlanmış kapitalizm hayali

Kapitalist üretim modelinin neden olduğu olumsuz etkileri azaltabilmek için öncelikle meta üretiminin sınırlandırılması gerekiyor. Kapitalizmin fetişi olan ekonomik büyümenin ve buna bağlı olarak kışkırtılan aşırı tüketimin sürdürülebilir olmadığı görülüyor. İktisadi ve siyasi sürdürülebilirliği hedefleyen planlı küçülme aynı zamanda küçültülen sosyal devletin ihyası anlamına geliyor. Küçülmeyi savunanlara göre ekonomik büyüme ölçütü olarak değerlendirilen GSYH (Gayri Safi Yurt İçi Hasıla) yalnızca nicel bir özellik taşıyor. Yurttaşların sosyoekonomik durumu ve ekosistemlerin esenliği gibi nitel özellikler ölçüm dışı kalıyor. Bu yüzden ekolojik ayak izi, insani gelişme endeksi gibi ölçüm yöntemleri öne çıkıyor.

Ekonomik küçülme yaklaşımının temeli adalete ve eşitliğe dayanıyor. Kapitalizmin sıfırlanarak (resetlenerek) demokratik ve adil bir sisteme dönüştürülmesi öngörülüyor. Bu hedef, neoliberal politikalardan tümden uzaklaşılmasını zorunlu kılıyor. Gereksinimlere odaklı yeni bir üretim modeliyle planlı ekonomiye geçilmesi salık veriliyor. Dolayısıyla temel gereksinimleri karşılamak için sosyoekolojik sürdürülebilirlik kavramı öne çıkıyor. Toplumsal düzenin, yaşamı oluşturan her canlının sürdürülebilirliği ilkesine göre planlanması büyük önem taşıyor. Hiçbir canlının baskı ve ayrımcılığa maruz kalmadığı bu düzende temel gereksinimlerin kamucu anlayışla karşılanması, hatta herkesin insani bir yurttaşlık gelirinden yararlandırılması öneriliyor. Kulağa hoş gelen bu tür söylemlerin sermaye sınıfına rağmen hayata geçmesi ne yazık ki boş bir hayal.

İşin bir başka boyutu da mevcut paradigmadan kopamayan kimi yaklaşımların ekonomik daralmayı veya kemer sıkmayı küçülme kavramıyla eş tutması!

Plütokrasinin hizmetkârları

Bugün küçülmeyi kapitalizme uyarlamaya çalışanlar zaten on yıllardır sistemi içeriden eleştiriyor. Bu tutum, Etik, Kurumsal Sosyal Sorumluluk gibi kavramların pazarlama iletişimi literatürüne girmesine neden oldu. Son dönemde kapitalizmin sosyoekonomik krizine ekolojik kriz eklenince bu kez de Yeşil Ekonomi ve Sürdürülebilirlik gibi kavramlar popüler oldu. “Biz bozduk biz çözeriz; başka seçenek aramayın” dercesine yapılan öz eleştiriler kriz dönemlerinde kapitalist sisteme yönelik haklı eleştirileri savuşturan bir kalkan gibi kullanılıyor. Oysa yıllardır sürdürülen gösterişli çabalar işe yarasaydı çevre sorunları büyüyüp iklim krizine dönüşmez, paylaşım adaletsizliği bu denli derinleşmezdi.

Kapitalizm şimdi de neoliberal dönem adına günah çıkarmak istiyor. Örneğin yeni bir ekonomi, siyaset ve kültür paradigması olarak kamuyu önceleyen çalışmalarıyla ünlenen Amerikalı yazar ve aktivist David Bollier, 2012 yılında Bosch Berlin Kamu Politikası Ödülü’nü almış. Ödülü veren Berlin Amerikan Akademisi kendi kurumunu şöyle anlatıyor: “Berlin’deki Amerikan Akademisi, özel olarak finanse edilen bağımsız bir kurumdur. Akademi’nin programlarına ve yıllık fonuna destek veren özel kişiler, vakıflar ve şirketler cömertlikleriyle mükemmellik düzeyimizi korumamıza olanak sağlıyor”.

Mayıs 2022- Mayıs 2023 dönemini kapsayan bağış listesinde  adına ödül verilenler arasında ABD’ye savaş suçları işleten eski Dışişleri Bakanı ünlü Henry Kissinger da var. Ayrıca bağışçılar listesinde yer alan Bosch, Mercedes-Benz ve Deutsche Bank gibi dev şirketler adına da ödüller veriliyor[1]. Kapitalizmi eleştirerek evcilleştirmeye uğraşan yazar tayfasının akademik kurumlara bağış yapan plütokratlar adına verilen ödüllerle onurlandırılması dramatik bir ironi değil midir?

Kapitalizmin varlık nedeni sermaye birikimidir. Yatırımlar arttıkça sermaye de büyür ve yoğunlaşır. Dolayısıyla plütokrat kesimden kendi varlık nedenini yok sayıp mütevazı bir sermaye birikimiyle yetinmesini beklemek safdillik olur.

Bilim ve sanat kapitalist sistemin oyuncağı olduğunda bilim insanı da, sanatçı da plütokrat kesimin yürüttüğü halkla ilişkiler faaliyetlerinin nesnesi oluyor. İşte bu nedenle akademinin özgürleşmesinin yolu da antikapitalist bir düzen kurmaktan geçiyor.

Kapitalist sistem herkese eşit hizmet verebilir mi, gezegeni tahrip etmek yerine iyileştirmek için dönüşebilir mi? Konuyu, bu sorular doğrultusunda derinleştirmek için sonraki yazıda paydaş kapitalizmi olarak adlandırılan bir diğer sihirli kavramı tartışmak istiyorum.

 [1] https://www.americanacademy.de/donate/donors/